Mavi » Yazarlar » Mehmet Şimşek »  Kemal Can röportajı

Kemal Can röportajı

Kemal Can röportajı

Kemal Can 2000’den bu yana titizlikle takip etmeye çalıştığım entelektüeller arasında yer alıyor. Tanıl Bora ile birlikte yazdıkları “Devlet, Ocak, Dergâh” ile “Devlet ve Kuzgun” başlıklı kitapları başvuru eserlerimden biri. Can,  çeşitli dergi ve gazetelerde Türkiye ve siyaset üzerine kaleme aldığı kuşatıcı makaleleriyle de dikkatleri çeken bir kalem.  Aynı zamanda Düzce doğumlu olan Kemal Can’la, Düzce’nin sosyo-politik ve kültürel yapısı üzerine uzun soluklu bir söyleşi gerçekleştirdik. Can, Düzce örneğinden kalkarak Türkiye siyasetinin sıcak gündemiyle ilgili olarak da görüşlerini bizimle paylaştı. Bu söyleşi benim açımdan çok verimli oldu. MAVİ okurlarının da ilgisini çekeceğini tahmin ettiğim söyleşiyi kısaltmak içime sinmediği için iki bölüm halinde yayınlanmasının yerinde olacağını düşünüyorum.

FOTOĞRAFLAR: SADIK GÜLEÇ

MEHMET ŞİMŞEK: Gazete Duvar’da kaleme aldığınız bir yazıda doğduğunuz yer olan Düzce’yi “İki büyük metropolü bağlayan ana yol, memlekette olup biteni, gelişen modaları, yükselen eğilimleri çok hızlı taşıyordu. Öğrenmek isteyen bir çocuk için büyük nimet” diye tanımlamıştınız.  Bu ‘nimet’in Düzce pratiğinde karşılığı nelerdi?


KEMAL CAN:  Liseye gittiğim yıllara kadar da Düzce’de yaşadım. O dönem, Türkiye ve doğal olarak da Düzce için çok hareketli, çok dinamik 70’li yıllardı. O yılların birkaç özelliği var: Hızlı bir iletişim değişimi yaşanıyordu. Televizyon yayınları başlıyordu. Dünya ile entegrasyon televizyon ve radyo dolayısıyla artıyordu. Düzce’nin İstanbul-Ankara karayolunun üzerinde çok önemli bir güzergâhta olması, Türkiye’deki her türlü toplumsal olayın, titreşimin başka yerlere göre çok ve daha hızlı etkisinin görülmesini, fark edilmesini sağlıyordu. Düzce’nin bu güzergâh üzerinde olmasından kaynaklanan kozmopolitliği, Türkiye’deki neredeyse her etnik gruptan, her eğilimden, her cemaatten küçük de olsa bir koloniye yer açmıştı. Benim için çok erken bir yaşta, coğrafi olarak kendi bölgesinin dışındaki insanları tanımanın zor olduğu diğer şehirlere göre, bu çeşitlilikte insan gruplarını tanımak öğrenmek büyük fırsattı. Sadece etnik gruplar değil, politik farklar açısından da öyleydi. Mesela kuvvetli ve yerleşik bir Nurcu gelenek vardı Düzce’de. Daha önce birtakım zorla göç ettirmelerle Düzce’ye gelmiş bir Kürt kolonisi vardı. Balkan göçmenleri,  kalabalık Kuzey ve Güney Kafkasya göçmenleri,  Çerkesler, Abhazlar, Doğu Karadeniz göçmenleri; Lazlar, Gürcüler, Hemşinliler; hayli kalabalık yerleşik Çingeneler.  Dolayısıyla Türkiye’nin önemli bir etnik çeşitlilik labaratuvarı halindeydi Düzce.

DÜZCE’DE BİR ÇOCUK İÇİN ÖĞRENİLECEK ÇOK ŞEY VARDI

Bunların yanında, Düzce o yıllarda çok canlı bir kent hayatına sahipti. Mesela çok sayıda sinema vardı ve  henüz seks komedi/avantür filmleri furyası da başlamamıştı.

Ben Martı ve Bayram sinemalarına yetiştim.

Lale sineması ve bazı yazlık sinemalar da vardı. Bu sinemalarda, büyük şehirlerdeki vizyon filmleri çok gecikmeden izlenebiliyordu. Ayrıca birden çok kitabevi vardı.

İnanç kırtasiye…

Evet en büyüğü İnanç olmak üzere kitapevleri vardı. Müzik grupları vardı. Canlı müzik yapan orkestralar vardı. Bazıları, Anadolu rock tarzında işler yapan gruplardı. Bunların bir kısmı düğünlerde, gecelerde eğlence müziği yapmakla birlikte, kendileri için de müzik yapıyorlardı. Ayrıca Akçakoca'da yazın çok sayıda canlı müzik yapılan yerler açılıyordu. Park Gazinosu ve çay bahçesi oldukça canlı, kadınlı erkekli günlük sosyalleşme alanı olarak çok hareketliydi. Bütün bunlar modern Batılı hayat tarzıyla geleneksel dokunun nasıl ilişki kurduğunu, nasıl karşılaştığını ya da nasıl çelişki ve çatışmalar oluştuğunu görme fırsatıydı. Düzce o zaman bu kadar sanayileşmemişti ama yeni yeni fabrikalar kuruluyordu. Bir yandan da dereleri, dağları, ormanlarıyla yemyeşil bambaşka doğal zenginlikleriyle hâlâ canlıydı. Çocukluğumun Düzcesi’nde gözlemlediklerim, daha sonra işim haline gelen meşguliyetlerde, gazetecilikle, politik analizlerde çok öğretici oldu. O dönemde öğrendiklerimi şimdi yeniden keşfediyorum, başka bağlamlara oturtarak hatırlıyorum. O yüzden söylüyorum, meraklı ve öğrenmek isteyen bir çocuk için görecek, öğrenilecek çok şey vardı.


Düzce birçok farklı etnik kökenden topluluğun karşılaştığı, görece kaynaştığı bir bölge. Gelin görün ki bu hareketli yapıda hep sağ politikalar hayat buluyor. Düzce ovasında neden “Sol” yeşermiyor?

Aslında Türkiye’nin bütünü kültürel olarak politik sağda konumlanmıştır. Ama Düzce’de başka bazı nedenlerle de sağın daha etkili ve güçlü olduğunu söyleyebiliriz. En önemlisi çok uzun bir geçmişe dayanan yerleşik bir nüfusu olmayıp, yoğun bir göçmen ağırlığına dayanması. Dolayısıyla güven/güvenlik meselesinin çok daha önemli olduğu siyasi reflekslere, güç ve iktidara yakın davranma ihtiyacına karşılık geldiğini düşünüyorum. Göçmen kolonilerinin neredeyse hepsinde kültürel kimliği koruma ihtiyacı var, bu da muhafazakârlığı besleyen bir dinamik haline geliyor. Bu açıdan politik korumaya duyulan yüksek ihtiyaçta, kültürel ve ideolojik hegemonyayı temsil eden sağ daha büyük destek buluyor. Bir diğer önemli faktör de, sonradan önemli ölçüde değişmiş olsa da, şehrin belirleyici ekonomisinin sağ muhafazakârlığa yatkın tarım sektörüne dayanması.


ÇEŞİTLİLİK ZENGİNLİK DEĞİL TEHLİKE OLARAK GÖRÜLDÜ

Batı Karadeniz ve Doğu Marmara'da aynı özellikleri taşıyan şehirlerde de benzer eğilimler vardır. Ayrıca, Düzce dâhil bu bölgelerde sadece bir siyasi eğilim olarak değil; bir toplumsal vaka olarak birtakım dini ve etnik cemaatlerin hayatın fazlasıyla içinde bulunduğunu ve belirleyici olabildiğini söylemek lazım. Uzunca bir süre, Düzce radikal dini eğilimlerin değil de merkez sağın kalesi oldu. Bunun iktidara yakın olmakla da bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Türkiye çok uzun dönem sağ iktidarlarla yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Bir de, sözkonusu kozmopolit çeşitlilik, Türkiye’nin bütününde olduğu gibi bir artı olarak değil, bir tehlike olarak politikleştiriliyor. Sağ popülist dilde Türkiye’nin çeşitliliği canlılığı, hareketliliği bir zenginlik olarak değil, bir tehlike olarak anlatılır. Kozmopolitliğin sınıfsal bir dinamik haline gelemediği küçük merkezlerde (kasabalarda), bu dil hızla etkinlik kazanabiliyor. Türkiye’nin bütününde böyle merkez çok olduğu için de, sağ popülist dil kolay karşılık buluyor ve insanları kolay etkileyebiliyor. Ama Düzce’de de o çeşitliliği bir politik canlılık olarak kullanan potansiyelleri tanıma imkânı buldum. Sağcılığın çok kuvvetli olduğu bir yerde solcu oldum…

SOLUN HER RENGİNDEN İNSAN VE GRUPLAR DA BULUNUYORDU

Yazınıza atıfta bulunarak ilerleyelim. “Ama 70’lerin tam ortasında dünyada esen rüzgârların verdiği cesaretle sınırlı sayıda insan, o koyu atmosferin içinde farklı ses ve nefes vermeye çalışıyordu. Azdılar ama pek de öyle hissetmiyor, hissettirmiyorlardı.” sözleriyle kastettiğiniz solcular Düzce’de nasıl konumlanıyordu?

O dönem Düzce’de Türkiye’de etkili olan neredeyse bütün sol akımların, kalabalık olmasalar da mutlaka temsilcileri vardı. Kimi azdı, kimi çoktu, kimi örgütlüydü, kimi tek tek insanlardan oluşuyordu. Gençlik, kültür dernekleri vardı. Bunların çoğu politik arka planı olan derneklerdi. Düzce’den büyük şehirlere okumaya gitmiş üniversiteli bir nüfus vardı. O öğrencilerin memleketlerine gelip gitmeleri de sol siyasi canlılığı etkiliyordu.  Düzce’ye geldikleri yaz aylarında, tatil zamanlarında derneklerde hareketlilik yaşanırdı. Biz de gelen insanlardan büyük şehirlerde olup-bitenleri dinlemek için derneklerdeki, kahvelerdeki sohbet imkânlarını kullanırdık. Dolayısıyla politik bir güç haline gelmese bile, fikri hayatını etkileyen bir sol damar vardı.

“BURADA HİÇBİR ZENGİN 30 YILDAN FAZLA KALMAMIŞ”

Düzce’nin kozmopolit yapısında bir parça daha durmak istiyorum.  Şimdiye kadar farklı toplumsal grupların birbirleriyle ilişkilerinde etnik bir gerilim, su üstüne çıkan herhangi bir çatışma görülmedi. Bu durum elbette güzel bir şey. Ancak bu sadece görünüşte mi böyle, yoksa alttan alta işleyen bir antagonizmadan söz edilebilir mi?

Aslında bu biraz, daha önce söylediğim güvenlik öncelikli siyasi reflekslerle ilgili. Birbirine çok karışan, kaynaşan, ortak bir toplum yaratan bir yanyanalık değil de, biraz ayrı duran ve sınırlara riayet eden bir duruş egemendi.  Ayrı ayrı durdukları için, açık bir gerilim, kavga yaşanmadı belki. Birbirine fazla karışmadan yaşamanın daha güvenli olduğuna ilişkin bir durum. Bu da, aslında Düzce’nin yerleşik bir şehir kültürünün olmamasıyla doğrudan ilintili. Düzce aslında büyük bir pazar yeri şeklinde oluşmuş bir şehir. Çevredeki köylerin, kasabaların bir tür buluşma yeri. Bu açıdan biraz belki Adana'ya benzetilebilir. Aslında zaten ayrı ayrı duranların geçici olarak bir araya gelmeleri üzerine kurulmuş bir kültürü var. Zaten öyle bir eski kent tarihi de yok. O yüzden ilişkilerdeki bu ‘geçicilik’ hali, kavgasızlığı sağlıyor olabilir. Genellikle sert kavgalar, büyük çatışmalar, kanlı olaylar, yerleşik kültürü olan, travmatik değişimler geçiren yerlerde yaşanır. Hareketlilik üzerine kurulmuş alanlarda kalıcı sert çatışmalar pek görülmez. Zaten orası geçici bir yer olarak kurgulanmaktadır; orada doğmamıştır, çoğunlukla da orada öleceğine inanmamaktadır. Rahmetli babamın bir sözü vardı: “Burada hiçbir zengin 30 yıldan uzun zengin kalmamış. Ya buradan ayrıldı ya da her şeyini kaybetti" derdi…  Düzce bu anlamıyla bir durak, bir güzergâh şehri.

“DÜZCELİLİK” KOLAY TANIMLANABİLİR BİR DURUM DEĞİL

Peki ‘Düzcelilik’ diye bir kimlikten bahsedilemez mi? Sözgelimi Trabzonluluk, Sivaslılık, İzmirlilik gibi bir aidiyet oluşmamış mıdır sizce?

Bir ‘Düzcelilik’ var aslında. Daha çok bir üst kimlik gibi. O biraz da il olmadan önce Bolu’yla itişmeden kaynaklanan bir durum. Mesela 14 plakalı arabaların arkasına “Düzceli” filan yazılırdı.  Ama o bir ortak kültürel kimliği tarif etmiyor. O yüzden ancak bir “bulunma hâli”ni tarif eden ve yer esasına göre biçimlenen bir kimlik. Başkasıyla ayrımını gösteren bir şey: Yani “Bolulu değilim, Düzceliyim” yaklaşımı…

Bir anlamda ‘öteki’ne göre…

Evet ötekine göre belirlenen bir kimlik inşası. Bu yüzden, Düzcelilik herkesin içini kendi doldurduğu bir durum.  Dışardan bakıldığında kolay tanımlanabilir, karakteristik özellikleri sıralanabilir bir hâl değil. Aynı şekilde bunu kimlik olarak ifade edenler açısından da büyük bir ortak payda yaratmayan bir çeşitlilik gösteriyor. "Ben şöyle Düzceliyim, böyle Düzceliyim" gibi.  Zaten bilenler bilir; biri “Ben Düzceliyim” deyince, mutlaka alt kimlik mensubiyetini de sorar.

Düzce’de  3 organize sanayi ve birçok fabrika var.  Ancak sendikal hayat bu gelişmeye paralel gitmeyen bir çoraklıkta gelişiyor. Bu şayet bir paradoks ise nasıl açıklanabilir?

DÜZCE’DEKİ ÇALIŞMA DÜNYASINDA ESNAFVARİ BİR YAPI HÂKİM

Türkiye'de sınıfsal bilincin kısmen oturduğu, sınıflaşma ya da proleterleşmenin yerleşik hale geldiği bölgeler var; Genel olarak Marmara, Kocaeli, Bursa hattında ve İstanbul’da. Batı Karadeniz’de Zonguldak, Karabük ve Ereğli. Büyük işçi kolonilerinin olduğu merkezlerden bahsediyorum. Düzce’deki sanayi yerleşik işçi proleter taban yaratan, bilinç olarak bunu üste taşıyan bir dinamik değil. Daha küçük işletmeler halinde. Çok sayıda işçinin yer aldığı fabrikalardan oluşmuyor. Gerçi son dönemde bu tablo biraz daha değişti ama;  özellikle benim tanık olduğum ilk dönemde daha küçük işletmelerin olduğu, yarı esnaf, yarı sanaatkâr bir ilişki pratiği hakimdi. Bu durum mesela Karadeniz Ereğli’de daha başkadır.


Ekonomik hayattan söz ederken 1980 öncesi Düzce’de  hüküm süren mafyöz ilişkilerden de bahsetmek gerekiyor sanırım.  Bu tür aktörlerin sadece ekonomide değil şehrin toplumsal hayatında ve daha da ileri giderek söyleyeyim siyasetinde de etkili olduklarını biliyoruz. Sözgelimi 1970’li yıllarda TİP’in Düzce’deki etkinliğini basan saldırganları yine Düzce’nin ileri gelen bir mafya liderinin savuşturduğunu duymuş muydunuz? Bu yapı hakkında neler diyeceksiniz?

Düzce’de o geleneksel kabadayı düzeninin, o racon düzeninin henüz tam değişmediği zamanlardan 80’lere doğru bir değişim oldu. Eski babaların tasfiye olması. Bu Türkiye’de de böyle oldu. Bunun öncesinde daha geleneksel, oranın toplumsal hayatında da etkisi olan, sadece mafyatik meselelerde ortaya çıkmayan, bir tür “toplumsal hakemlik” de yapan etki ve güç odakları vardı. Dolayısıyla bazen politik meselelerde arabulucu olarak, bazen kollayıcı olarak devreye girdikleri oluyordu. 

Yazar Hakkında

Mehmet Şimşek

Mehmet Şimşek