Mavi » Yazarlar » İpek Halvurt »  Fotoğrafçıları konu edinen sinema filmleri-1

Fotoğrafçıları konu edinen sinema filmleri-1

Fotoğrafçıları konu edinen sinema filmleri-1

Değerli “Mavi” Dergisi okuyucularım: Bana ayrılan sayfama hepiniz hoşgeldiniz. Mavi dergisinin Ekim sayısından itibaren yeni bir yazı dizisine başlıyorum. Bu yeni yazı dizisinde, her fotoğrafçının ya da her fotoğraf severin seyretmesi gereken en önemli fotoğrafçı biyografilerini konu edinen başarılı sinema filmlerinden bahsedeceğim. Bu yazı dizisinin aralarında başka konuları işleyen yazılarda olacak. Yazı dizimde yer alacak yapımların bir kısmı dramatize edilmiş biyografileri konu edinen, bir kısmı ise belgesel biyografileri konu edinen yapımlar olacaktır. Bunun yanısıra,  çalışma yaşamında, kadınların kariyerleri için verdiği mücadele erkek meslaktaşlarına göre çok daha çetin, haksız, adaletsiz ve acımasız olduğu için, bu türlü yapımların kadın fotoğrafçı biyografilerini konu edinen yapımlarına biraz daha ağırlık vereceğim. Keyifli okumalar.

1.Double Exposure: The Story of Margaret Bourke-White (1989) -Çift Pozlama: Margaret Bourke-White’ın Hikayesi.

FİLMİN KÜNYESİ: Oyuncular:  Farrah Fawcett, Frederic Forrest, David Huddleston Yönetmen: Lawrence Schiller  Senaryo: Marjorie David , Vicki Goldberg.  1989 yapımı. ABD, 91 Dk.

Joseph White ile Minnie Bourke’un kızı olan Margaret Bourke White New York  Bronx’da 1904 yılında dünyaya geldi. İlklerin kadını White, 2. Dünya Savaşının ilk kadın muhabiri, Sovyetler Birliğinde fotoğraf çekebilen (5 yıllık plan fotoğrafları) ilk kadın fotoğrafçı, ABD’nin ilk kadın savaş fotoğrafçısı, Life dergisinin ilk kadın fotoğrafçısı, Amerikanın ilk kadın ve tasarım ve endüstri fotoğrafçısı, Fortune Dergisinin ilk anlaşmalı fotoğrafçısı, Life dergisinin ilk kapak fotoğrafının sahibi, Stalin’i gülümserken çekebilen tek fotoğrafçı, Gandhi’yi ölmeden birkaç saat önce kareleyen fotoğrafçısıdır. Başlarda bir hobi olarak gördüğü fotoğrafın hayatındaki büyük yerini henüz o yaşlarda tahayyül edemeyen fotoğrafçı, Colombia Üniversitesi’nde Herpetoloji (sürüngenleri ve amfibileri inceleyen zooloji alt dalı)  bölümünde bir süre eğitim gördükten sonra babasının vefatı üzerine okuluna ara vererek –hep istediğim ama cesaret edemediğim bir harekettir- dediği fotoğraf uğraşına yoğunlaşarak, fotoğrafçı Clarence Hudson’la çalışmaya başlasa da daha sonrasında sırasıyla Michigan, Purdue, Western Reserve ve son olarak da 1927’de Cornell Üniversitesi’ne giderek eğitim hayatını tamamlamıştır.

Üniversite hayatından sonrasında bir yıl ara ile Cleveland’a taşınarak reklam fotoğrafçılığına başlamıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk reklam ve endüstriyel fotoğrafçılarından olan Bourke White, 1930’larda Sovyetler Birliği’ne giderek Sovyet endüstrisini ve yine aynı yıllarda Kanada ile ABD’de olan kum fırtınası akabinde gerçekleşen kuraklığı ve sonuçlarını fotoğrafladı. 1929-35 arasında Fortune dergisinde aynı zamanda hem editör hem de fotoğrafçılık yaptıktan sonra 1936’da Life dergisinin ilk kadın fotoğrafçısı olarak işe alınan Margaret, Life’ın ilk kapak fotoğrafının altına da imzasını atmıştır. 1969’a kadar da Life’ın fotoğrafçısı olarak çalışmıştır. Gözlerinde  binlerce anı hapseden Bourke, Almanların Sovyetler Birliğini işgali sırasında Moskova’daydı. Oradan da Amerikan Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri’yle birlikte Kuzey Afrika’ya, İtalya’ya ve Almanya’ya gitti. 1945’de savaş sonrası Buchenwald Toplama Kampı’na giren gazeteciler arasındaydı. Bir yaşam fotoğrafçısının çalışma yöntemi fotoğrafçının şu sözleri ile ölümsüzleşmiştir.“Kampta kamera kullanmak benim için büyük bir rahatlamaydı. Bu sayede kendimle gözümün önündeki dehşet arasında ince bir engel koydum.”Tüm bunların dışında, Mahatma Gandhi’yi 30 Ocak 1948’de ölümünden yalnızca birkaç saat öncesinde röportaj sırasında, çıkrık başında kitap okurken fotoğraflayarak tarihe geçti.  1953’de başlayıp 18 yıl süren Parkinson hastalığı sırasında “Portrait of Myself”  adında otobiyografisini yazdı. Bunun dışında “You Have Seen Their Faces” adındaki kitabında 1937’deki Güney’in Büyük Bunalım’daki koşullarını; İkinci Dünya Savaşı sonrasında “Dear Fathetland, Rest Quietly” kitabında savaş sırasında yaşadıklarını kaleme alan Bourke,  kendisine ait olan 12 kitabı bizlere miras bıraktı. 1971’de tedavi olduğu Stamford hastanesinde hayata gözlerini yumdu. Bu ilklerin kadınını ise; Farrah Fawcett, 1989 yapımı olan, “ÇİFT POZLAMA” filminde canlandırmıştır. Farrah Fawcett, sinema eleştirmenlerine göre de aynı zamanda kendisine ödül kazandıran muhteşem performanslı oyun sergilemiştir. Bu filmde yukarıda kısaca bahsetmiş olduğum macera dolu ve sıradışı yaşamı yanında White’ın ikinci kocasıyla sağlam ilişkisine bağlantılı olarak gelişen kariyerinde iç içe geçiş hikayeleri oldukça etkileyici bir şekilde perdeye aktarılmıştır.

2. Fur: An Imaginary Portrait of Diana Arbus (2006) : Kürk:Diana Arbus’un İmgesel Potresi

FİLMİN KÜNYESİ: Oyuncular: Nicole Kidman & Ty Burrell Yönetmen: Steven Shainberg. Senaryo: Erin Cressida Wilson, Patricia Bosworth (Kitap). 2006 yapımı. ABD, 122 Dk.

Amerikalı Fotoğrafçı Diane Arbus (1923-1971), esas olarak, cüceler, devler, cinsiyet değiştiren insanlar, nüdistler ve sirk performansçıları gibi marjinal grupların fotoğraflarını orta format makineyle çeken, siyah-beyaz ve kare ebatta baskıları ile bilinen kadın fotoğraf sanatçısıdır. Filmin hikayesi esas olarak kurgusal olarak dramatize edilmiş olup, Diane Arbus’un ailesi bu çalışmayı bir eser olarak onaylamamıştır. Film, 1960’larda çektiği fotoğraflar büyük beğeni ve ilgi toplayan fotoğrafçı Diane Arbus’un hayat hikâyesini konu almaktadır. Diane Arbus, 1971’de intihar ettikten sonra Venedik Bienali’nde sergilenen ilk Amerikalı fotoğrafçı olma ünvanını kazanmıştır. Filmin yönetmeni ise, 2002 yılında yönettiği ve senaryosunu yazdığı Sekreter filmi ile oldukça beğeni toplayan Steven Shainberg’dir. 1923 yılında, Manhattan’da, zamanının kürk imparatoru varlıklı bir Yahudi ailesinin içine doğan Diane, yoğun baskı ve disiplin altında geçen çocukluğunun sonuna gelir gelmez  Allan Arbus‘la evlenmiştir.

Diane Arbus (Nicole Kidman), evine konuk olduğumuz sürecin başında, moda ve reklâm fotoğrafçılığı yapan kocası ve de iki kız çocuğuyla birlikte, klâsik bir evlilik yaşantısı olan bir kadındır. Bulundukları apartmanın bir bölümünü stüdyo olarak kullanan kocası Allan Arbus (Ty Burrell)’un asistanlığını da yapan Diane, bir gün, babasının son moda kürklerinin tanıtımının yapıldığı bir defile sırasında, fazlasıyla ‘burjuva’ olan yaşantısını sorgulamaya başlar. Patricia Bosworth tarafından yazılan 1984 yılında yayınlanmış biyografiden uyarlanan film, 20. yüzyılın en önemli fotoğrafçılarından Diane Arbus’un özel hayatından sadece bir kesiti anlatmaktadır.. Çizgi dışı insanların, sıra dışı fotoğraflarını çekmekle tanınan Arbus’un fotoğrafçı eşi Allan’la sıradan bir hayatı vardır. Varlıklı bir aileden gelen Diane ve eşi için ailesi bir fotoğraf stüdyosu kurmuştur ve burada dönemin ünlü moda dergileri için fotoğraf çekmektedirler. Diane’in sıradan, tipik, itaatkâr bir eş olarak sürdürdüğü yaşamı, apartmanlarına taşınan Lionel sayesinde değişir. Lionel, hipertrikoz sendromu (kurt adam sendromu) sebebiyle sirklerde çalışmış ve şimdilerde perukçuluk yapan ilginç bir adamdır. Lionel’le tanışmalarından sonra Diane’in hayatı ve fotoğrafçılığa bakışı tamamen değişecektir. İkisinin yaşadığı aşkın ve bu aşkın Diane’i nasıl değiştirdiğinin konu edildiği film sıra dışı atmosferiyle oldukça ilgi çekici olsa da, Diane Arbus gibi yüzyılın en önemli fotoğrafçılarından birinin hayatını tüm gerçekliği ve marjinalliğiyle izlemek isteyenler için hayal kırıklığı yaratabilir. Merak uyandırıcı ve alabildiğine gizemli Lionel’in varlığı, Diane’nın bu tutkusunu alevlendirerek, bundan sonraki tüm yaşantısını kaplayan bir fenomen etkisi gösterecektir. Oysa film, adından da anlaşıldığı gibi, hayâli bir portre. Sekreter‘in senaryosunda da çalışmış  Erin Cressida Wilson‘ın yazdığı bu senaryo, Patricia Bosworth‘un Diane Arbus: A biography kitabına dayanıyor ve 48 yıl süren ‘tuhaf’ bir yaşamın -hemen hemen hiç bilinmeyen- üç aylık, kısa ama ‘pek acayip’ bir kesitine yoğunlaşıyor. Belli ki, sanatçının eserlerinden da esinlenerek ortaya konulan bu dönemde, kocasının asistanlığından ve karılığından kopma noktasına gelmiş Arbus’u, sanatını konuşturacağı bir döneme geçişin sancıları içinde kıvranırken görüyoruz. Aslında bu süreç onun ta çocukluğundan itibaren başlamış, evliliğiyle birlikte bastırılır gibi olmuş ve nihayet apartmanlarına yeni taşınan ‘ucube’ bir komşunun tetiklemesiyle de kısa yaşamının yeni ve de kesin rotası belirlenmiştir.

Yıl 1958. Otuzlu yaşlarda, endamı yerinde güzel bir kadın, sırtında tuhaf bir kürk, elinde de kocaman flaşlı bir fotograf makinesiyle, kırsal bölgede konumlanmış bir çıplaklar kampına vardığında, bir odaya alınır.Biri kadın, biri erkek -hâliyle de- çırılçıplak iki kamp yetkilisi, ondan öncelikle soyunmasını isteyerek, kampın diğer iki ana kuralına dikkatini çekerler: Tahrik olmayacaksın ve gözünü dikip bakmayacaksın.Bu sekansla açılan film, kamerasını New York City’ye çevirdiğinde, zaman da, üç ay önceye döner. Finalde, çıplaklar kampında kaldığımız yere tekrar dönülecektir; lâkin, kentte yaşanacak bu üç ay, fotograf makineli kadın için ‘hayâti’ önem taşırken, bu kamp ziyaretine de belli bir açıklık getirecektir. Film eleştirmenlerince, bu ‘hayâli’ yöntemin bütün bir yaşamı ‘tüm gerçekliğiyle’ anlatmaktan daha yaratıcı olduğu kabul edilmektedir.  Diane Arbus’un kocasından hediye, çift objektifli refleks makinelerinin efsanesi Rolleiflex’ini boynunda gezdirirken görmek; kocasının yaptığı bazı stüdyo çekimleri ve karanlık oda çalışmalarına tanık olmak da olunması filmin çekiciliğini arttırmaktadır.  Filmdeki olağanüstü ayrıntılı dekor ve aksesuar çalışmasıyla müthiş bir iş çıkardığına tanık olduğumuz filmin sanat yönetimi, filmin eleştirmencilerinde en çok beğenilen tarafı. Yapımın büyük bir kısmının geçtiği evin tüm katları ve odalarının ve de diğer mekânların atmosferi öylesine güçlü bir aurayla kuşatılmış ki kesinlikle ruhu olan bir filmle karşı karşıya olduğunuzu hissediyorsunuz. Öte yandan, epey bir süredir bu tür ‘küçük’ ve ‘sanat’ ağırlıklı filmlerin değişmez kadın kahramanı rollerinin hakkını çok iyi oyunculuklarla verdiğine tanık olduğumuz Nicole Kidman mükemmel. Değerli okuyucularım; Ayrıca takip eden yazılarda sizlere bir süprizim de olacak. Bu yazı dizisini renklendirecek şekilde ünlü balerin Olga Spessivteva’nın yaşamını referans alan kurgusal ve kavramsal bir fotoğraf ile aynı zamanda sineması da çekilen ünlü potre fotoğraf sanatçısı Annie Leibovitz’in kadın ve erkek arasında cinsiyet ayrımcılığa dayanan tecrübelerin hicivsel anlatımına dayalı bir çalışmasını yorumlayacağım. Sevgilerimle

Filmin kritik sahnesi Lionel ile…..

Fotoğraflar:  Diana Arbus 

Yazar Hakkında

İpek Halvurt

İpek Halvurt