Mavi » Yazarlar » Semih Korkmaz »  Ankara'da deniz yok

Ankara'da deniz yok

Ankara'da deniz yok

                Şehirler de insanlara benzer der Ümit Yaşar Oğuzcan bir şiirinde, Ankara da öyledir. Dört temel bileşeni vardır Ankara’nın: öğrenci, memur, asker ve bürokrasi. Bu bürokrasi güzel şeyler de başarır bazen, sözgelimi 1940 yılında dönemin Maarif vekili Hasan Ali Yücel –ki ünlü şair Can Yücel’in babasıdır- tarafından tercüme ofisi kurulur Ankara’da. Kimler çalışmaz ki burada; “ Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, Yaşar Nabi Nayır, Melih Cevdet Anday, Sabahattin Ali, Orhan Veli Kanık, Azra Erhat…” Aralarındaki edebiyat sohbetleri ve tartışmaları için şöyle yazar Peyami Safa; “Asıl edebiyat tarihini yapan, fakat onun içinde yer almayan toplantılar ve zapta geçmemiş konuşmalar.” Azra Erhat ise şöyle der bu büroyla ilgili daha sonraları; “ Tercüme ettirilecek klasikler listesi elime geçince çarpıldım. Göklere, yıldızlara merdiven dayanmış da, biz o merdivenden yukarı tırmanacağız gibi geldi.” Sonra ne mi oldu? 1950’den sonra değişen akım tarafından kuşkuyla bakıldı hep ve yok oldu gitti.

            Haydar Ergülen; “Bir anne gibi kızlarını ve oğullarını gurbete göndererek yaşayacağını bilir, bağrına taş basar oturur. Ankara Ankara güzel Ankara/Seni görmek ister her bahtıkara…dedikleri o anne şehridir, şehirlerin anasıdır.” der. –Ankara marşı olarak bilinen bu mısralar Mehmet Ali Ertekin tarafından 1933 tarihinde yazılmış ve ilk defa o yıl Cumhuriyet Bayramında radyoda okunmuştur.- Cemal Süreya ise “iyi kalpli bir üvey ana” demiştir bu şehre. “Şair arkadaş bir derdin mi var?/ Bir şeyler çıkarmak mı istiyorsun derdinden?/ Ankara’ya gelmelisin.” der. Başka bir seferinde ise, “Ankaralılar” der, “taşı çatlatacak bir sabırla bir şeyleri beklerler, kim bilir bekledikleri belki hayattır. Belki denizi görseler beklemezlerdi, oysa ne önemlidir suyun hiç bitmemesi ve uysal bir sevgili gibi gökyüzüyle birleşmesi.” Evet, Ankara’da deniz yok! Dolayısıyla manzara da… bu yüzden birbirlerine bakar insanlar daha çok…

            Ankara benim şiirim, İstanbul herkesin şiiri, İzmir bazılarının şiiri…der bir yazısında Haydar Ergülen. Aslında şiirin de başkentidir bu şehir. Mesela Cemal Süreya Ankara’da aşık olur Tomris Uyar’a. Tomris Uyar ki ikinci yeniyi belki ikinci yeni yapan kadındır. Ülkü Tamer’le evlenir önce, sonra Cemal Süreya ile büyük bir aşk yaşar, arkasından Turgut Uyar gelir. Edip Cansever’in ise O’na olan hayranlığı bilinir o yıllarda. Cemal Süreya; “Bende tarçın, sende ıhlamur kokusu, yürürüz başkentin sokaklarında der, O’nun için. Bir kadın daha vardır ; Tezer Özlü… “Bütün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum, anlatılarını yaşadığım ölülerden…” diyen yazar genç yaşta yaşamını yitirmiştir. “ dört bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşındaydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissettim ve gitmem, çok uzaklara gitmem gerektiğine inandım.” yazar sonralar ve kendini Ankara’da bulur. Bipolar bozukluk yüzünden İstanbul’a kaçmadan önce şöyle yazar;

“Şimdi İstanbul’a sığınıyorum.

 Şimdi artık, işim , yalnız kalabileceğim bir evim de yok

 Birkaç yılda yabancılaştığım İstanbul’un büyük boyutları içinde yalnızım.

 Şimdilerde ben de sana sığınıyorum.

 Dokunduğun yolları, kolları ve sonları düşünüyorum.

 Hangimizin sonu seninkinden daha hazin,

 Hangimizin sonu yaşadıklarından daha kadim bilemiyorum

 Terk ettiğin duygularla…”

 

            Ankara farklı bir şehirdir herkes için. Yekta Kopan; “Ankara kimilerine göre gri şehirdir” der ve ekler; “Ben galiba tam da bu yüzden seviyorum Ankara’yı. Siyaha da beyaza da eşit mesafede durabilme  yeteneğini, gri gömleğini seviyorum.” Emrah Serbes ise bu griliği şöyle yazar; “SSK iş hanı kentin küçük bir kopyası gibi, her şeyin iç içe geçtiği kaotik bir harmandır. İçinde cami, otopark, umumi tuvalet, sakatatçı, baharatçı, ciğerci, manav, rock bar, türkü bar, pavyon nüfus müdürlüğü ve çeşitli bakanlıkların saymanlıklarının yan yana durduğu, kapısında porselenciyle dönercinin komşu olduğu bir yer…” Ankara’daki buluşma mekanı ; bekleyen kişi sayısı ile kitap satışının paralel olmadığı Dost Kitapevidir, Kuğulu parktır, Yedinci caddedir, kışın gördüyseniz, yazın gördüğünüzde “burası da neresi” diyeceğiniz Tunalı Hilmi’dir. Hani Yılmaz Erdoğan der ya; “Ben senin benimle Tunalı Hilmi caddesine gelebilme ihtimalini seviyordum” ve tabii ki kurulalı henüz üç beş sene olan ve herhangi bir özelliği bulunmayan “üniversitesimsilerin” “Kapatılsın!..” diye slogan attığı ODTÜ’nün kendisiyle özdeşleşmiş “Devrim” yazan stadıdır. Deniz Gezmiş’tir Ankara… “Ankara’da deniz var mı baba?” diyen çocuğa babasının verdiği cevaptır: “Vardı oğlum, astılar!”

            Şimdilerde “Ankara Atatürk Lisesi” olarak anılan “Taş Mektep”. Düşünün: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Faruk Nafiz Çamlıbel edebiyat hocanız. Melih Cevdet, Orhan Veli ve Oktay Rifat ise sınıf arkadaşınız. Böyle bir yerde edebiyat akımları gelişmeyip de ne olacaktı? Orhan Veli örneğin; şairlerin ortak noktası olan “Üç Nal” adlı meyhanenin duvarına; “Üç nala gelen, dört nala gider” yazdıktan sonra döndüğü İstanbul’da düştüğü kuyudan aldığı yaralar yüzünden hayatını kaybetmiştir. İstanbul meselesi bir çok Ankara edebiyatçısında görülmüştür;

 

            “Ulan Ankara ben senin oğlun değil miyim?

              Kasketimin altında tepeden tırnağa bozkır

              Gönlümde ıslık ıslık bir türkü çağtrılır

              Ellerim kazma kürek, ayaklarım toz duman

              Ne han hamam sahibiyim ne apartıman…” der mesela Attil İlhan.

            Ankara en kararlı haliyle tepki koymuştur olaylara her zaman. Ahmet Arif’de yüreğinde Ankara’nın varlığını hissetmiş “Karanfil Sokağı” nı yazmıştır. Belki de kendince o Ankara’nın ağlatan, beyne işleyen soğuğuna küfretmiştir;

 

            “Döğüşenler de var bu havalarda

             El ayak buz kesmiş, yürek cehennem

             Ümit; öfkeli ve mahzun

             Ümit; sapına kadar namuslu

             Dağlara çekilmiş kar altındadır…

            Ya Metin Altıok? “Ne zaman bir dosta gitsem evde yoklar” deyip, dostlarıyla ateş cehennemi Sivas katliamında hayatını kaybeden Metin Altıok? O lanet günde, yangın öncesi bekleyiş sırasında üzerlerine yüzlerce taş yağarken; “Burada ölürsek geride kalanlar ne yazar hakkımızda? Diyen bir arkadaşına şöyle cevap verir; “Şiir yazarlar…” yazarlar da.  Ama en güzelini Ataol Behramoğlu yazar; “Yaşamak görevdir yangın yerinde, yaşamak insan kalarak…” ve şöyle yazmıştır daha önceleri Metin Altıok; “Ankara, benim aziz kentim/ sen kendini biraz fazla koyverdin, / bense gençlik taslıyorum hala. / Bakıyorum da şimdi herkes İstanbul’a göçüyor / Senin gözün yaşlı, benim kanadım kırık / Oysa bu böyle olmamalıydı / Çünkü şiirin başkenti sensin / Ölürsem senin toprağına gömülmek isterim / Varsın sende çürüsün bedenim…” dediği de olur…

            Ankara acıların da başkentidir aynı zamanda. Suikastlerin, faili meçhullerin... 24 Ocak  1993 yılında aramızdan ayrılan Uğur Mumcu örneğin. Sonrasında Selda Bağcan’ın o güzelim sesiyle yorumladığı; “Bir Pazar sabahıydı, Ankara kar altında, zemheri ayazıydı yaz güneşi koynunda” nasıl unutulabilir ki? Binlerce insanı o zemheri ayazında tek şemsiye altında yılmadan yürütebilen, Türkiye’nin en büyük gazetecilerinden. “Cesur bir kere, korkak bin kere ölür” diyen, susmayı, kendi kabuğu içine çekilmeyi çağın suçu olarak niteleyen, demokrat, laik, cumhuriyetçi, Atatürkçü, devrimci, emekten, tüm hak ve özgürlükten yana, emperyalizmin, çıkarcılar, vurguncalar ve yobazların karşısında olan, kendi deyimi ile Sakıncalı Piyade… Uğur Mumcu. “Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak, uyan uyan Gazi Kemal , şu feleğin işine bak” türküsü onunla özdeşleşmiş olan Uğur Mumcu… ( Ruhi Su’nun seslendirdiği bu türkünün şöyle bir hikayesi vardır. Kurtuluş savaşı yıllarında Duatepe’ye yapılacak taarruz için 57. Tümenin sabaha kadar Kerim köyüne gitmesi gerekmektedir. Ancak gece yürüyüşü esnasında bastıran yağmur ve karanlık, askerin yürüyüşünü bozar. Birbirlerini kaybetmek istemeyen askerler bir ağızdan; günlerdir Sakarya’ya bakan tepelerde yankılanan bu türküyü söylemeye başlarlar.) bu arada şunu da ekleyelim, yıllar önce şöyle yazmıştı Uğur Mumcu; “Cemaatlere, tarikatlara giren çocuklar 30 sene sonra general olacaklar, Cumhuriyet’e karşı ayaklanacaklar.”

            Aynı şekilde suikaste kurban giden Ahmet Taner Kışlalı. Henüz 39 yaşında Kültür Bakanlığı yapan bulaik Cumhuriyet’in yılmaz savunucusu 21 Ekim 1999’da Ankara’da hayatını kaybetmiştir. Yazdıkları için öldürülmüştür. Şöyle yazmıştır çünkü; “Evet Atatürk suçludur!... eğer Türk işçisi batıdaki gibi, çocuk yaşta yer altında günde 14-16 saat çalıştığı dönemler yaşamamışsa; bir oy hakkı için bile, Fransız işçisi gibi, 59 yıl kanlı bir savaşım vermek zorunda kalmamışsa, bunun suçlusu O’dur!.. Eğer Türk kadını yasal olarak erkeğine eşitse, köle değilse, seçme seçilme hakkını Fransız kadınından bile önce elde etmişse, kadınlar bugün Türkiye’de; Vali, Başbakan bile olabiliyorlarsa bunun suçlusu O’ dur…”

            Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir” in Ankara’sını şu sözlerle bitirir; “Ankara kalesi bu akşam saatinde bir milletin tarihi ne kadar uzun olursa olsun, birkaç ana vak’anın etrafında dönüp dolaştığı, birkaç büyük ve mübarek rüyaya, yaratıcı hamlenin ta kendisi olan bir imanın devamına bağlı olduğunu bir kere daha öğretti.

**Meraklısına Not:

            Cemal Süreya’nın “Oteller, Hanlar, Hamamlar İçin Sürekli Şiir’in” bir bölümü;

                “Biliyor musun başkentim nedense

                 Birbirimizden çekiniyoruz ikimiz de

                 Sen yaslarına hiç yaslanmaz oldun

                 Ben acılarıma yeterince.

                 Tek boynuzlu yapılar arasında

                 İki katlı ve gözlüklü bir hayır evi

                 Dayandım ak bedenine öptüm, öptüm

                 Aşkım değilsen haber ver benzerimi…

Yazar Hakkında

Semih Korkmaz

Semih Korkmaz