Mavi » Yazarlar » Semih Korkmaz »  Sesimi duyan var mı

Sesimi duyan var mı

Sesimi duyan var mı

17 Ağustos 1999 yılında saat 03.02 de insanlar evlerinde uykuya dalmışken tam 45 saniye süren 7.4 şiddetinde bir deprem yaşandı. Kimilerine göre dakikalar süren, bitmek bilmeyen o 45 saniye Marmara’nın büyük kısmını ve Batı Karadeniz’i etkiledi. Eskilerin “küçük kıyamet” (kıyamet-i suğra) dedikleri doğa olayı insanoğlunun doğa karşısındaki acizliğinin, doğaya kibirlenmesinin ve aptallığının bedeliydi. Kuzey Anadolu fay hattı kırılmış; dolgu alanı yapılan yerlerdeki binalar sular altında kalmış, deniz kaybettiğini geri almıştı. Toplam 285 bin 211 ev ile 42 bin 902 işyeri kullanılamaz hale gelmiş, TBMM Deprem Meclis Araştırması Komisyonu Raporuna göre: 17 bin 480 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 43 bin 953 vatandaşımız ise yaralanmıştır. Türkiye’nin en büyük petrol rafinerisi TÜPRAŞ alevler içinde kalmış ve yangın 5 gün sonra söndürülebilmiştir. Depremin merkezi Gölcük ilçesiydi ve ülkemizin en büyük sanayi bölgesi ağır yara almıştı.

Alp-Himalaya dağ kuşağının bir parçası olarak dünyanın en aktif depremselliğine sahip bölgelerinden biri olan ülkemizde Anadolu bloğu her yıl batıya 24 mm. hızla hareket etmektedir ve maalesef kırılan faylar birbirini etkilemiş, 12 Kasım 1999’da Düzce depremi meydana gelmiştir. Saatler 18.57’yi gösterdiğinde 30 saniye süren deprem 7,2 şiddette sarsmış, 710 hemşerimiz hayatını kaybederken 2678 hemşerimiz ise yaralanmıştır. 26 bin 704 konut ve 4 bin 493 işyeri kullanılamaz hale gelmiştir. Depremle birlikte yıkılan sadece yollar, köprüler ve binalar değil; hayallerimiz, umutlarımız, anılarımız ve geleceğimizdir. Nasrettin Hoca’nın bir fıkrasında; Hoca damdan düştükten sonra şöyle der; “Bana damdan düşen birini getirin, benim halimden o anlar.” “Depremzede” olarak anılan insanlar da böyle görmüştür olayı. Her şey olup bittikten sonra hayat yavaş yavaş normale dönmeye başlamış, iç dünyalarda ise asla eski haline döndürülemeyecek büyük değişiklikler olmuştu. Uzun bir süre paranoyaklık derecesinde deprem beklendi, el fenerleri, ışıldaklar, deprem çantaları… Bir şekilde her an deprem olacakmış hissi hakimdi, şimdi ise üzerinden zaman geçtikçe risk artmakta olduğu halde o günlerdeki hassasiyetimiz maalesef yok. O gün, toplumsal eşitsizlikler “45 saniyelik eşitliğin” ardından bir süre çatırdadı. Zengini, yoksulu, okumuşu, cahili aynı sırada aynı kuyrukta bekledi, aynı çadırlarda kaldı. Bir süre için tüm insanlar birbirini anladı, empati kurabildi, birlik oldu. Deprem, adeta hayatta kalmayı doğal olmayan bir durummuş gibi algılamaya yol açtı ve sonuçta suçluluk ve güçsüzlük gibi duygular oluşturdu insanlarda. Depremi yaşamayan insanlara; sarsıntının arkasından 1-2 saniye süren ölüm sessizliğini ve hemen ardından başlayan çığlıkları anlatamazsınız, anlayamazlar da. İlk telaş, ilk arayış birkaç saat içinde yerini bir bekleyişe bırakır, sonsuz bir bekleyiştir bu sonucu belli olmayan… Peki, sonra ne mi oldu? Düzce’de “Ersoy Apartmanı” ve “Ömür Hastanesi”nde toplam 47 kişi can verdi; dava zaman aşımına uğradı. İstanbul’da 470 “geçici iskan alanı” ve 562 “birinci derecede acil ulaşım yolu” belirlendi, bugün 300 tanesi AVM ve gökdelenlere dönüşmüş durumda. Bunun yanında güzel şeyler de oldu. En sonunda artık deprem olduktan sonra yapılacaklar değil; öncesi önemsenmeye başlandı. DASK ve Afet Sigortaları Kanunu çıkarıldı, 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun uygulanmaya başlandı, AFAD kuruldu, Ulusal Deprem Stratejisi Eylem Planı yürürlüğe konuldu, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında kanun çıkarıldı.

Depremlerde şiddet ölçülürken “Richter ölçeği” dışında “mercalli scale” ile de ölçüm yapılır. Kısaca depremin mal (bina, yol, köprü vb.) ve cana verdiği hasarın ölçüsüdür. Aynı ve hatta daha fazla şiddetteki depremler bu yüzden farklılıklar gösterir. 7,6 şiddetindeki Temmuz 2011 Yeni Zellanda depreminde ve 7.9 şiddetindeki Mart 2011 Japonya depreminde hiçbir can kaybı olmazken; 7.0 şiddetindeki Ocak 2010 Haiti depreminde 300 binden fazla ölü vardır. Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere aynı büyüklükteki depremler farklı toplumlarda farklı sonuçlar vermektedir. Ülkemizde araştırma yapan bir Japon uzmanın saptaması şöyledir; “Deprem bizde doğal olay, sizde ise insan olayıdır”. Eski Cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel, “Ne yazık ki altımız çürük…ne yapalım” diyerek Japon uzmanın bizim hakkındakini görüşünü doğrular niteliktedir.

FETÖ elebaşı teröristbaşı Fettullah Gülen; depremin sebebini bir özel kanalda cemaate yönelik başlayan kampanyaya bağlayarak “Bu çarpan bir tırdı. Arkadan tren geliyor” diyecek kadar kendini doğaüstü sanıyor, hemen herkesin tanıdığı televizyonlarda terlik satan bir başka hoca(?) 2000 yılında “Deprem faydan oldu diyen şeytandır” diyordu. İşte bu zihniyet ortak bir duyarsızlık noktasının oluşumudur. İki kuruş daha fazla kazanmak için denetimi es geçen, deniz kumu kullanan, eksik demir bağlatan müteahhitlerdi… Daha fazla araç sığsın, daha fazla hasta gelsin diye kolonları kesen gözlerini para hırsı bürümüş iş sahipleridir. Uyarılara kulak asmayan rant peşindeki belediye kadrolarıdır.  Ve ne yazık ki bunca “acı” ve bunca “gerçek” varken “7.4 Yetmedi mi” pankartını açabilen beyni yıkanmış zihinlerdir. Bu büyük yıkımın arkasından “içki içtiler” , “kadın-erkek dans ettiler” , “mini etek giydiler” gibi yazıları yazan bunca insanın ölümünden ve duygularından rant sağlamaya başlayan “sözde” Müslüman köşe yazarlarıdır.

Değişmesi ve değiştirilmesi gereken kafalar bunlardır. Ülkemiz artık deprem gerçeğini algılamış ve buna göre önleyici önlemler almaya başlamıştır. “Deprem Dede” lakabıyla tanınan ve 2013 yılında aramızdan ayrılan Prof.Dr. Ahmet Mete IŞIKARA’nın dediği ve o günlerde bir slogan haline gelen sözündeki gibi; “Depremle Yaşamayı Öğrenmeliyiz”.

 

 

Yazar Hakkında

Semih Korkmaz

Semih Korkmaz