Mavi » Yazarlar » Semih Korkmaz »  Kelebek etkisi

Kelebek etkisi

Kelebek etkisi

Yıllar önce bir yerde okumuştum; yazar seyrettiği bir tiyatro oyunundan bahsediyordu. Hamileliği sorunlu olan bir anne ile ilgili bir dramdı oyun. Oyun boyunca annenin çocuğunu sağlıklı bir şekilde doğurup doğuramayacağı ile ilgili tiratlar, üzüntü ve endişe dolu koşuşturmalar… ‘Bir şekilde kendinizi kaptırıyor ve anne ile beraber çocuk için umutlanıyordunuz’ diyordu yazar. Oyunun sonunda doktor kucağında yeni doğmuş bir oğlan çocuğu ile annenin yanına yaklaşıyor ve şöyle diyor; “ Tebrikler Frau Hitler, çocuğunuz sağlıklı.” Bu yazıyı okuduğumda seçimlerimiz gelmişti aklıma, hangimiz zamanın ötesini görebiliriz ki? İyi ya da kötü gördüğümüz şeyler tam tersi çıkabilir.

Zaman bize oyun oynayabilir… Bir şey gerçekleşecekse ne olursa olsun gerçekleşir mi? Ya da değiştirebilir miyiz olacakları?.. Sanırım lisenin son sınıfındaydım, bir araba kazasında babasını kaybeden bir arkadaşım vardı, kendisi yara almadan kurtulmuştu; “Ah! diyordu… Mola yerinden beş on saniye geç çıksak bunlar olmayacaktı…” Acaba?...

İlkbaharın o en güzel zamanlarından birinde Alev rengarenk bir kelebeği kovalıyordu. O yıl orta ikiye geçecekti ve yaz tatili yaklaştığı için çok mutluydu. Köydeki evlerinin bahçesinde kelebek uzaklaşıp başka bir çiçeğe kondukça, oniki yaşın verdiği enerjiyle neşeyle peşinden koşuyordu. Babası seslendi sonra; “hadi artık kızım geç kalıyoruz,  gel artık ” doğru ya, daha gidilecek yolları vardı… Ama kelebeği yakalamayı kafasına koymuştu Alev, daha önce hiç görmediği kadar canlıydı çünkü renkleri. Babasının sesine kulak vermeyerek kelebeğin peşinden koştu, biraz ileride büyükçe bir papatyanın üzerine konduğunu gördü, hayranlıkla seyretti önce, sonra iki avucunu açarak üzerine doğru eğildi… Evet yakalamıştı sonunda. Eve doğru koşmaya başladı, babası; “ nerede kaldın? On dakikadır seni bekliyorum” diye çıkıştı. Kapatmış olduğu ellerini gösterdi Alev, “ kelebek baba…Avucumda” yüzü yumuşadı o zaman babasının, “tamam kızım bin de gidelim, evdekiler bizi bekler”

İki üç kilometre uzaklıkta Yeliz ne zamandır kelebek peşindeydi. Özellikle aradığı türü bulamamıştı bir türlü. Oysa bu dönemlerde mutlaka görülürdü bu civarda, aramaya devam ettikçe farkında olmadan çokça uzaklaşmıştı babaannesinin evinden. Bir müddet sonra nerede olduğunu bilemediğini fark etti, ne taraftaydı acaba ev? Üstelik kelebeği de bulamamıştı bir türlü…

Yeliz’in babası kızını merak etmişti, hiç bu kadar gecikmezdi, ne zamandır sesi de gelmiyordu kulağına. Bahçeye doğru bakındı göremedi, gözü ilerideki yeşilliğe gitti orada da yoktu. Bir an korku sardı içini neredeydi? Uzaktaki koruluğa gitmiş olamazdı ya? Traktöre doğru yöneldi, patika yolu takip edecek ve onu bulacaktı. Bulunca da elinden çekeceği vardı.

Murat yeni nişanlanmıştı. Senelerdir sevdiği kızı en sonunda almış, hayali gerçek olmuştu, mutluydu ve içi içine sığmıyordu. O gün de nişanlısı Mine’yi görmek için evden çıkmıştı. Mine, üniversiteden arkadaşı Ezgi ile tanıştıracaktı O’nu. Motoruna atladı ve bir an önce ulaşmak için kısa yolu kullanmayı tercih etti. Tarlaların arasındaki patika yola doğru gazı kökledi.

Yeliz’in babası kızına bakınıyordu, bir gözü hep tarlaları tarıyordu, bir an bir ışıltı gördü sağında. Kafasını o yöne doğru çevirdi, motor ise o esnada solundan geliyordu.

Murat’ın nişanlısı Mine; en yakın arkadaşı Ezgiyi çağırmıştı Murat’la tanışsın diye. Ne zamandır oturuyorlardı kafede ve ikinci çaylarını içmişlerdi. Çoktan gelmiş olmalıydı…

Yeliz’in annesi ise o sırada evdeydi ve kızı Ezgi “gittiği yerden gelmediği için” kızmakla meşguldü. Esi mahalleden Ayşe Teyzeye söz vermişti ve O’na gidecekti. Ama Ezgi gelmediği için gidemiyordu, kocası yine anahtarları evde unutmuştu çünkü.

Ayşe Hanım elinden geldiği kadar hazırlık yapmış, eski komşusunu bekliyordu, vakit geçmiş ve hala gelmemişti. Canı sıkılıyordu, kocasını üç yıl önce o malum illetten kaybetmişti ve oğlu da evlendiği için yanından ayrılmıştı. Camdan dışarıya bakındı bir süre sonra aynalı konsolun üstünde duran, emekli tapu müdürü kocasının resmine daldı; “Yaa… Gördün mü Hüsamettin, gelmedi… Ev sahibi bu kadar da bekletilmez ki…Her şeyin bir adabı var” masanın üzerinde duran kuruyemiş tabağından büyücek bir fındık aldı, aniden gelen hıçkırık ile takıldı boğazına, bir iki öksürdü ama nafile… Kocasının resmine bakarken gözleri büyüdü, “keşke evde birileri olsaydı” diye geçirdi içinden.

Tolga evlenmiş ve bir yuva kurmuştu. “Ev üstüne ev olmaz” düsturuyla eşinin iş yerine yakın bir mahallede ev kiralamışlardı, biraz uzaktı annesine ama olsundu yine de istediği zaman gidebilirdi. O gün de annesini aramıştı, doğum günü için ona  aldığı cep telefonundan -kullanmayı öğretmek için epeyi uğraşmışlardı karısıyla beraber-, cevap alamayınca bu sefer ev telefonundan aramıştı, çalıyor ama kimse açmıyordu. Endişe içinde sorumlusundan izin aldı,  merak etmişti annesini. Eve varınca zile bastı önce, aklına kötü şeyler getirmek istemiyordu. Kapıya bakan olmayınca büyük bir korkuyla anahtarı ile kapıyı açtı. Annesi salonun ortasında yatıyordu. Telaş içinde yanına koştu…”Anne!” , “Anne!”…

Yorucu bir gündü Ayhan için. Ne doğru düzgün yemek yiyebilmiş, ne de şöyle rahat rahat bir çay içebilmişti. Mesaisinin bitmesi için dua eder olmuştu. Ne olmuştu bugün kente? Herkes mi hastaydı? Sürekli anons, sürekli trafik… Kantinden bir çay alıp tam sigarasını yakmıştı ki telsizi öttü. İki nefes alıp attı sigarasını, çayına dokunmamıştı bile. Koşar adım vardı ambulansa, ilkyardım teknisyenleri çoktan hazırdılar bile “ Hadi Ayhan abi” sirenleri öttürerek fırladı yola, o esnada yan yoldan bir araba çıktı birden.

Yeliz büyük bir gürültü duydu önce, sonra savruldu oradan oraya, sonra ışıklar söndü. Sonrası yoktu, babası yanlış bir dönüş yapmıştı.

Ayhan’ın oğlu Çınar evde babasını bekliyordu üzerinde Beşiktaş formasıyla. Babası söz vermişti çünkü, bilet bulmuştu karakartalın maçına ve beraber gideceklerdi.

Üniversitenin ilk günüydü, Alev ürkekçe kantine doğru ilerlemiş ve “ bir kahve lütfen, sade olsun” demişti. Dışarı çıkmıştı sonra hava güzeldi ve uygun bir masa bakınıyordu. Sol tarafta tam çıkışa yakın bir yerde sırtı duvara dönük bir şekilde yalnız oturan bir çocuk gördü, elindeki kitaba dalmıştı ve kulağında koca bir kulaklık vardı. Oraya doğru yöneldi; “oturabilir miyim?” ses yok, yineledi “oturabilir miyim?” yine yok. Sonra anladı, dürttü hafifçe… Öteki döndü ve kulaklığını indirdi “oturabilir miyim diyorum” “evet elbette”… “buyurun”…” Kusura bakma masa bulamadım hepsi çok kalabalık, seni de yalnız görünce, bu arada adım Alev”, “Memnun oldum ben de Çınar” bu esnada Yeliz de elinde tepsisi masa bakınıyordu. Çınar; “ bu kız da bizim gibi Tıp fakültesinden galiba” dedi. İkisi birden Yeliz’i masaya çağırdılar.

İkinci gün aynı yerde üçü birden oturuyorlardı. Ders yeni bitmişti ve Tolga Hocanın fizyoloji dersi korkutmuştu üçünü de. O sırada bir kelebek belirdi yanı başlarında, bilimsel adıyla Aglais urticae…

Yeliz, kelebeği görünce bastı çığlığı, “tavus kelebeği bu, onu aramak için eve geç kalmıştım yıllar önce”…  “Bende” dedi, Alev şaşkınlıkla “onu yakalamıştım”. Çınar ise sadece bakıyordu alelade bir  kelebekti onun için…

* Aglais urticae: Tavus kelebeği, gözalıcı renklere sahip bir kelebek

**1963 yılında meteorolog Edward Lorenz’in “Brezilyadaki bir kelebeğin kanat çırpışı Teksas’ta bir kasırga başlatabilir mi? makalesi

 

Yazar Hakkında

Semih Korkmaz

Semih Korkmaz