Mavi » Yazarlar » Jan Berslen Devrim »  Bir insan ölünce

Bir insan ölünce

Bir insan ölünce

Bir İnsan Ölünce

Yılın ilk aylarıydı, kış Karadeniz’de soğuk rüzgarlar, yağmurlar ile bizim küçük bedenimizi eziyordu. Yaşadığım şehre çok uzak olmayan ama o günlerin ulaşım imkanları ile en az dört saat otobüs yolculuğu gerektiren bir başka şehirde, bir koleje gidiyordum.

Hava öylesine soğuktu ki, teneffüse çıktığımızda küçük parmaklarımın beyaza kestiğini hatırlarım. Kalabalık bir sınıfta, aynı yaşlarda, olduğundan büyük davranmaya çalışan, bir çoğu çevre şehirlerden gelmiş, henüz terk edilmişlik duygusunu üstünden atamamış belki kırk kişiydik.

Neredeyse sürekli İngilizce dersi aldığımız sınıfta, çok az öğrenci o şehirde yaşıyordu. Soğuk ve yalnızlık, ağır bir fakirlik hissi veriyordu hepimize. Günün son zili çaldığında, biz “yatılılar” büyük İngilizce kitaplarına sarılıp bir üst kattaki yatakhanelere giderken, diğer öğrenciler askıdaki montlarını giyer, eldivenlerini, berelerini takar, atkılarını sardıktan sonra büyük bir heybetle açılan ve bize yasak olan o bahçe kapısından dışarı çıkar ve minik adımlar ile belki iki sokak ötedeki evlerine giderlerdi.

Evlerinin zili çaldıklarında, anneleri bulaşıklı ellerini önlüklerine siler, kapıyı açar, çocuklarının beresinden ve atkısından göründüğü kadarı ile kızarmış olan yanaklarından öper, atkılarını açmalarına yardımcı olur ve muhtemelen akıp atkısına sinmiş olan sümüklerini silerlerdi.

Annesinin yardımı ile ayakkabısını çıkartıp montunu bir kenara attıktan sonra koşup TV başına gider, yemeği beklerken akşam kuşağındaki çizgi filmleri, A Takımını seyreder, bu arada annesi ona bir ufak sandviç yapardı. Bir iki saat sonra sofra kurulmuş olur, pilavın ve tereyağın kokusu içeri gelir, onları sofraya çağırırdı. TV’ye bakan sehpa önünde soyulmuş meyvelerini yerken, derslerini yapar ve sonra belki orada uyuya kalırlardı.

Babasının tütün, çay ve yorgunluk, belki demir, belki ter, belki kömür kokusunun ama babasının kokusuna sarılarak, serin yatağına bırakılır ve minik ayakları, minik bedeni bir pijamanın içinde sessizce uyurdu.

Biz ise, onların çıkışını seyrederdik bir iki dakika, dört bir yana dağılmalarını, bir kısmının ailesinin araba ile gelip almasını izlerdik. Kimin babasının en güzel arabaya sahip olduğunu konuşurduk. Yatakhanede her odada sekiz yada on kişi kalırdı. Küçük ranzaların yeşil boyaları dökülmüştü. Beton zeminde çatlaklar vardı. Duvarlara bir şeyler asmak yasaktı. Orasını“bizim” yapamazdık bir türlü. Sadece metal dolaplarımızın üzerine ismimizi yazabilirdik. O kadar. Oraya da bir şey asamaz, beğendiğimiz bir şarkıcı yada süper kahramanın resmini yapıştıramazdık.

Bizi avutan, aralıksız oynanan oyunlardı. Birbirinin ardı ardına saklambaç, kovalamaca oynayabilirdik. Tabii etüt saatine kadar. Etüt saati, tüm ödevlerin iki saat içinde bitmesi ve sonra uyumayı gerektirirdi. Oyun oynamak yerine, TV’nin en sıkıcı saatlerinde haberleri seyretmek yada bir filmin yarısını izlemek mümkündü, yatma saati geldiğinde TV kapanırdı.

Filmlerin devamını eve giden çocuklara sorardık yada eve gideceğimiz hafta sonunu beklerdik. Eve gidince biz de bunları yaşardık elbette, mutlu bir hafta sonu kahvaltısı, tereyağlı pilav yiyebilir,  şefkat ve özlem dolu, sıcacık, gözyaşlarına boğulmuş, kocaman, devasa, sarıp sarmalayan bir sarılma ile yatağımıza yatırılır, kokumuz derin derin solunur ve uykumuzda sevilmenin iki güne sıkıştırılmış o benzersiz mutluluğunu tadardık.

Çelimsiz, sessiz bir çocuktum. Çok koşulan oyunlarda hemen yoruluyor, terliyor ve kıpkırmızı oluyordum. Bu yüzden pek arkadaşım yoktu. Bütün yalnızlar gibi, kendimi kitaplara vermiştim. Okulun küçük kütüphanesi, biz okuyalım diye yatma saatine kadar açık tutulurdu. Kütüphanede, durmadan sigara içen, zayıf, güler yüzlü ama sessiz bir görevli bulunurdu. Herhalde, çevre üniversitelerden birinde öğrenciydi ve okul masraflarını çıkartmak burada çalışırdı. Yeşil, yıpranmış kazağını ve içindeki kareli gömleğini hatırlarım. Çirkin, kötü bağlanmış bir kravatı olurdu genelde. Her ne kadar çocuklardan başka kimse kendisini görmese de, işe gitmenin ağırlığı ile taktığını ama o kravattan nefret ettiğini düşünürdüm. Tam biz sınıflardan çıkarken gelir, kütüphanenin kapısını açar, ceketini kapının arkasındaki ahşap askıya asar, varsa ortalıkta kitap, toparlar, kayıt defterine bakıp o gün gelmesi gereken kitapların listesini çıkartırdı. Odanın bir köşesinde yıpranmış metal-ahşap bir sandalyede oturur, sigarasının dumanının çıkması için hemen yanı başındaki camı hafif aralardı. Sonra da bir önceki günden bıraktığı kitabını açıp, kaldığı yerden okumaya başlardı.

Bu sessizlik, huzur içinde kitap okuyan genç adamın, ismini hiç hatırlamıyorum ancak görüntüsü aklımdan gitmez. Ayak ayak üstüne atmış, biraz bol gelen yeşil kazağı, kıvrılmış kolları, kahverengi kadife pantolonu, düzgün taranmış saçları ve zayıf yüzü, uzaktan bakınca kapalı gibi görünen gözleri… Ona baktığımda kitabı okumuyor da kitabı düşünüyor, kitabı anlıyor, onunla birleşiyor gibi gelirdi. 

Çok uzun zaman, büyüyünce onun işini yapmak isterdim. Büyümek ve bir kütüphaneye hapsedilmek, kitapları sıradan okumak, görmek ve anlamak istedim.

Hala bilmiyorum neden kitap okumayı seviyorum, neden başka akılların anlattıkları beni büyülüyor, neden bir kağıt parçasından uzaklara gitmeyi özlüyorum…

Beni her gördüğünde tatlı bir gülümseme ile karşılardı. Benim çekingenliğim ve onun sessizliği arkadaşlığımızın başlamasını çok geciktirdi. Kitap alırken ismimi söylerdim, o da güzel el yazısı ile kayıt defterine yazardı. Sonraki günlerde kitabı getirdiğimde de özenle işaretlerdi.

Büyük sınıflardan bir kızın yemek sırasında arkadaşlarına anlattığı bir kitabı duydum. “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim.” Kızın tam olarak ne söylediğini hatırlamıyorum ama anlatırken dolan gözleri, gelip gitmiş bir hıçkırık hala aklımda. O gün, sınıftan çıkınca hemen kütüphaneye gittim ve o kitabı istedim. Bana “Bu kitap seni yaşın için doğru olmayabilir” dedi. Sonra birkaç saniye durakladı, kalktı, rafların arasından kitabı çıkarttı ve bana getirdi. Kitabın kapağındaki soluk, siyah beyaz fotoğraftaki kız ve mutsuz bakışı bir anda etkiledi beni. 

“Bitince gel üzerinde konuşalım” dedi “Çok ama çok güzel bir kitap.”

Kitabı alıp yatağıma koştum. O gün yatana kadar okudum. Sonraki gün tüm ders aralarında okudum. Ve sonraki gün. Herhalde hayatta en hızlı bitirdiğim kitaptı. Sonuna doğru içimde bir acı, kayıp duygusu birikmişti. Gözyaşlarımı tutamadım. Son sayfada büyük bir kayıp, büyük bir yıkım ama ümit, yeni bir başlangıç beni sarstı.

Kitabı geri götürdüğümde, duygularımı sordu. Beğendiğimi söyleyebildim, sadece, “Çok güzeldi” dedim. Bir kitap bitince yaşanan mutsuzluktan, yoksunluktan bahsetti. Gittiğimiz hayal ülkesinden dönmenin yorgunluğunu anlattı bana. Kitaptaki kahramanların, romanda ölseler de ölmeseler de, son sayfayı çevirdiğimizde bizim için artık öldüklerini ve onları sonsuza kadar kaybettiğimizi söyledi. “Bu yüzden her bir roman yeni bir sıla hasretidir” dedi.

“Bir roman bitince bir insan ölüyor içimde.” Derin bir sessizlikle birbirimize baktık. Ben tam olarak anlamadım bunları, galiba bir daha bu konuyu da konuşmadık. Ben, çekinmeyip sorabilseydim “Bir roman yazınca, bir insanı hayattan alıp kağıda koyduğumuzda onu hapsetmiş sayılır mıyız? Yoksa onu binlerce yeni akla elçi olarak gönderip, binlerce yeni hayal, yeni yolculuk, yeni ümit ve düş mü başlatmış olur?” demek isterdim.

Ama bu soruyu bugün de sorabildiğimi sanmıyorum.

Şehirde yaşayan arkadaşlarımızın arasında, esmer, büyük yeşil gözlü, tombul yanaklı bir çocuk vardı. Diğer evden gelen çocukların aksine, kıyafeti biraz özensiz ve bazen kirliydi. Biz yatılılar, sabahları kontrol edildiğimizden en doğru şekilde kravat bağlamayı öğrenmiş, ütüyü, çorap yıkamayı tek başımıza becerir hale gelmiştik.

O biraz özensizdi. Belki kokuyordu da ama bilmiyorum çünkü hepimiz kokuyorduk.

O da benim gibi sessiz bir çocuktu, kitap okumayı seven iki yalnız, teneffüslerde bir köşede buluşur, sanki okumak birlikte yapılan bir eylemmiş gibi, birlikte okurduk. Arada birbirimizin yüzüne bakar, okuduklarımızdan gözlerimize gidenin etkisini görmeye çalışırdık.

Kitaplar bitince de birbirimize anlatır, o kitap hakkında saatlerce konuşurduk. Henüz şiir okumaya başlamamıştık ama klasiklerdeki o büyülü anlatımlar,  yabancı yazarların bizi götürdüğü ülkeler küçük aklımızı karıştırırdı.

Bir gün, “Bize gelsene, evde kitap okur TV seyrederiz” dedi. Yatılı öğrenciler, izin alarak “evci” çıkabiliyordu. Çok mutlu oldum bu davete, “Olur” dedim. “Anneme de sorayım.”

Haftada birkaç kez annem okul telefonundan beni arar, belki iki dakika kadar konuşabilirdik. Bir iki gün içinde aradığında anneme sordum. O da izin verdi. Okul müdürüne gidip gerekli formları doldurduk, kargacık burgacık imza attık ve o akşam yanıma bir pijama, bir çorap alıp arkadaşımla okuldan çıktım.

Sohbet ederek, yağmurun altında belki yirmi dakika yürüdük, bir sürü karışık sokaktan geçtikten sonra, kışın çirkinleştirdiği bir bahçenin içinde, üç katlı, gri bir binanın önüne geldik.  Demir kapıyı itti arkadaşım ve gürültüyle açıldı. Taş yolu geçtik, merdivenle ikinci kata çıktık ve camlı, ahşap kapıyı çaldık.

Kapının üzerindeki perde aralandı, arkasından yaşlı bir kadının yorgun yüzü göründü. Başörtüsünü toparladı önce, kahverengi hırkasını çekiştirdi ve kapıyı açtı. “Anane bu arkadaşım, söylemiştim ya” dedi. Kadın “Hoş geldin evladım, çıkart üstünü gir içeri“dedi ve soyunmamıza yardım etti.

Evin içi loş hatta karanlıktı, kadın kabanlarımızı alıp bir dolabın içine astı. Ben, evdeki bu derin sessizliği bozmak korkusu ile nefes almaktan bile çekiniyordum.

Arkadaşım “Gel hadi” dedi ve beni başka beyaz boyalı, buz camlı bir ahşap kapının ardından büyükçe bir salona soktu. Soğuk sayılabilecek salonun ortasında, belli ki belki yarım saat önce yakılmış bir odun sobasından çıtırtılar geliyordu.

Odaya girdiğimde, sağ duvara yaslanmış büyük ve geniş bir divan dikkatimi çekti. Saçakları sarkan çiçekli bir örtü, üzerinde oya işlemeli örtüler olan sert yastıklar vardı. Divanın belki bir metre yirmi santim kadar üstünde bir çok siyah-beyaz fotoğraf vardı. Aralarında elli santim kadar geniş, süslü çerçeve içinde bir ördeğin, sazlı bir gölün kıyısında duruşunu gösteren suluboya bir resim dikkati çekiyordu.

Sobaya yakın bir ahşap sandalye, cam tarafında bir fiskos sehpası, işlemeli bir örtü,  üzerinde gümüş bir meyvelik, karşı karşıya bakan çiçek desenli iki ahşap koltuk vardı. Bu koltukların bir benzeri ama biraz daha genişi, kapının girişinde hemen sol tarafta duruyordu.

Tüm duvarlar, farklı farklı çerçeveler içinde irili ufaklı fotoğraflar ile doluydu. Kendi kendime, bir insan neden duvarlarına bu kadar fotoğraf asar diye sordum.

Bir süre sonra, ki biz girdikten hemen sonra defterlerimizi divanın üzerine açıp ödev yapmaya başlamıştık, kapı çaldı. Arkadaşımın anneannesi, mutfaktan gürültü ile çıktı, büyük adımlar ile kapıyı açtı. Arkadaşımın dedesi gelmişti.

Anneannesinin “Misafir çocuk geldi.”  Dediğini duydum, dedesi de bir yanıt verdi ama anlamadım. Arkadaşım da ben de bu sesleri duymamış gibi yapıyorduk. Neden sonra, kapı aralandı. Yaşlı, kırışık içinde, esmen bir yüz, bir saniyeliğine göründü. “Hoş geldin evladım” dedi ve ben daha yanıt veremeden kapı kapandı.

Bir yarım saat, tuvaletten sesler geldi, başka odaların kapıları açılıp kapandı. Sonra biraz sessizlik oldu. Ve yine kapı açıldı. Dedesi içeri geldi, yün çorapları, kumaş pantolonu, iri örgülü kazağı ve yakası ilikli kareli krem rengi gömleği, bir bıyığı ve sabahtan bu yana çıkmış, yüzüne belli belirsiz beyazlık veren sakalları, çizgi içinde alnı, derin çukurlar içinde matlaşmış gözbebekleri vardı. Gelip bir şey söylemeden başımı okşadı, torununu öptü. Oldukça büyük görünen pantolon cebinden bir tespih çıkarttı. “Ya Allah” dedi ve cam kenarına oturdu. Tespihinin tıkırtılarını, hırlamaya benzer nefes almasını duyuyordum.

Bir saate yakın oturduk, çalıştık. Yada o sessizlikte bana zaman çok uzun geldi. Arkadaşım ile fısıldayarak şakalaşıyor, soruları birbirimize gösteriyorduk. Ödevler bitince birer kitap aldık, divana yaslandık. Belli ki bu divan dedenin oturduğu yerdi ve bu akşamlık biz orayı işgal etmiştik ama hiç huzursuz durmuyordu. Arada bir kalkıyor, sobaya odun atıyor yada odunları düzeltiyor, külü alıyordu.

Bir süre sonra artık oda iyice karardı ve ışığı açtılar. Ama ışık açılana kadar, dışarıdan gelen soluk kış aydınlığını, gümüş gri bulutları ve sobadan sızan beyaz-kırmızı ışıkları görüyordum.

Daha sonra kapı açıldı, yaşlı kadın elinde bir tepsi ile içeri girdi. O henüz kapıdayken kocası divanın altında bir ayak ve örtü çıkarttı, tepsiyi o ayak ve örtünün üstüne koydular. “Hadi evladım” dedi ve sessizce arkadaşımı takip ettim.

 

Küçük tabaklarda tarhana çorbası, kuru fasulye yedik. Tadı mayhoş ama güzel bir biber turşusu vardı ortada. Yaşlı kadın “Evladım, fasulye var daha vereyim mi?” dedi. Beğendiğimi göstermek için biraz daha yedim. Sessizce yemek yendi, arkadaşım bir iki kez konuştu. Yaşlı kadın odunun bittiğinden bahsetti, kocası anladığını belirten bir sesle başını salladı. Sonra “Çok şükür” dediler, önce tencereler götürüldü. Biz de yardım ettik, ufak mutfağa ekmek sepetini ve birkaç parça tabağı taşıdık. Sonra örtü pencereden silkelendi, o arada içeri soğuk, temiz hava girdi.

Sonra önceden ocağa konmuş olan çay geldi, sobanın üzerine konuldu. Yaşlı adam, arkadaşım ve kadın salondan çıktılar. Sanırım kadın ve adam namaz kılmaya gitmişti, arkadaşım da tuvalete.

Çayın tatlı kaynama sesi, kokusu, odunların çıtırtıları garip bir huzur ama yabancılık vermişti. Ayağa kalkıp fotoğraflara baktım. Birinde çarşaflı bir kadın, bembeyaz yüzü, siyah bir nokta gibi görünen gözleri vardı. Siyah çarşafın üzerine yüzü gökyüzüne bakan bir bebek, ayak ucunda bir kız çocuğu, arkada ayakta tombulca bir adam, şapkası, arkadan görünen bir ağaç, fotoğrafın sağ tarafında ahşap bir evin penceresi vardı.

Bir diğerinde saçları kısa kesilmiş bir adam, toparlak yüzlü, ayakta duruyor. Sanki aynı bahçe ama belki de değil.

Bir başka fotoğraf, belli ki stüdyoda çekilmiş, bir gelin, mahcup, yanında taş soğukluğunda duran bir damat, iki yanlarında yaşlı birer çift.

Ben fotoğraflara bakarken yaşlı adam içeri girdi. Ben bir an şaşırdım ve ayıp bir şey yapıyormuş gibi hissettim kendimi ama o yanıma geldi, omzuma elini koydu, başımı okşadı. “Bak, bu benim” dedi  kısa saçlı fotoğrafı gösterip, “askerden yeni gelmiştim, dört yıl askerlik yaptım ben”

Dört yıl askerliğe inanamadım. Ama yüzümdeki şaşkınlığın geçmesini beklemeden, diğer fotoğrafa geçti. “Bu benim annem ve babam” dedi, çarşaflı kadının fotoğrafındaydık. “Kucağındaki de kardeşimin oğlu, küçük kız da arkadaşının annesi.”

Sonra bana bir çok fotoğraftaki insanları, isimleri ile birlikte anlattı. Hikayelerini de anlattı. Bazıların çok yakın akrabasıydı, abisi, yakın zamanda kaza geçirip ölmüş kardeşi, teyzesi. Ama bazıları sadece asker arkadaşı, çalıştığı fabrikadaki ustabaşı gibi dostları, arkadaşlarıydı.

O fotoğraflara bakarken yüzünde hatıraların tekrar canlandığını görüyordum. Kanserden ölmüş ve çok uzun zaman acı çekmiş olan babasının, iyi olduğu son fotoğrafına bakarken gözleri parladı, köy camisinin önünde elinde tespihi ile dikilen bir adam.

Kendi kendime bir insanın bu kadar fotoğrafı neden duvarına asma ihtiyacı duyacağını sordum. Bu insanlar yaşadılar ve öldüler, ölecekler. Neredeyse tamamı o kadar önemsiz, sıradan, basit insanlardı ki hiç yaşamamış gibi oldular. Bir süre sonra bu fotoğraflar yok olacaktı, bir yangında yanacak, bir taşınmada kaybolacak yada artık kimse onları tanımayınca bir çöpe atılacaktı.

O gece, o divanın üzerine açılmış yatakta, sobanın çıtırtılarının azalarak soğumasını izleyerek ve duvara  asılan fotoğrafları düşünerek uyudum.

O sessiz akşam ve fotoğraflar aklımdan çıktı gitti. Küçük bir çocuktum, hangi koku ve anlam uzun süre kalabilirdi ki?

Yıllar sonra, bir yolculuk öncesinde havaalanında arkadaşıma rastladım. Daha doğrusu o bana rastladı, benim o tombul yanaklı çocuğu yıllar sonra tanımam imkansızdı. O benim zayıf yüzümü, ürkek duruşumu unutmamış. Kucaklaştık. Hasretle sarıldık. Belki on beş sene birbirimizi görmemiştik.

 

Dedesi ve anneannesini sordum. “Arka arkaya öldüler” dedi “Dedem kanserdi, zaten tedavi olmuştu, çok geçmeden rahmetli oldu. Anneannem de kalp krizi geçirdi.”

Başsağlığı diledim, tekrar görüşmek için sözleştik.

Yolculuk bitip eve geldiğimde, duvardaki fotoğraflara baktım. Çocuklarım, annem, kardeşim, sevdiğim kadın. Hepsinin bir yerlerde fotoğrafları olduğunu fark ettim. Duvarda bu kadar çok fotoğraf olduğunun farkında değildim, o geceyi hatırlayınca farkına vardım. Yaşım ilerledikçe duvarlarımın dolduğunu gördüm.

Bir roman kahramanı kadar uzaktı bana  iki yaşlı insan ama onların, çok ama çok az bildiğim hikayesi benim içimde yaşıyordu. Sonra bir anda öldüler. Sanki öldüklerini duyana kadar yaşıyorlardı, aynı evde aynı geceyi tekrar ediyorlardı. O tepsiyi her akşam taşıyor, yemek yiyor,  ezan sesini bekliyor ve sonra namaz kılıyorlardı.  O evin önünden geçsem, o fotoğrafların duvarlarda olduğunu göreceğimden emin olabilirdim.

Ama artık öldüklerini öğrendim ve öldüler.

Ev yok oldu, fotoğraflar kayboldu ve kitabın son sayfası çevrilmiş oldu.

Jan Devrim, 02/03/2019

Yazar Hakkında

Jan Berslen Devrim

Jan Berslen Devrim