Mavi » Yazarlar » Jan Berslen Devrim »  Meczubun Oğlu

Meczubun Oğlu

Meczubun Oğlu

Meczubun Oğlu

 

Hatırlıyorum. Hep hatırlıyorum. Gözlerimin kanayana kadar düşünülüyorum. Hep hatırlıyorum. Hiç aklımdan gitmiyor. Hep hatırlıyorum.

Her şeyden niye nefret ettiğimi iyi hatırlıyorum.

İnanılmaz pis kokuyordu. Hayal edemezsiniz. Bin yıl yıkanmamış gibi bir şeydi nasıl anlatsam. Ölü fare çiş ve kusmuk kokuyordu. Sanıyorum pantolonluna sıçıyordu  ve hiç değiştirmiyordu. Sokağın başından bile anlıyordum geldiğini.

Pis kokuyordu. Sakalları uzamıştı ama sanki hep aynıydı. Yada birisi tıraş ediyordu sanki. Bilmiyorum.

Pis kokuyordu. Ama çok kötü. Genelde yanından geçerken çöplerden başını kaldırır bana bakardı. Ben yüzümü kaldırmadan yanından geçerdim. Her seferinde ölmemiş olduğu için kahrolurdum. “Bir gün orada ölüsünü görsem” derdim,  bir yerde donmuş olsa ne güzel olurdu.

Pis kokuyordu. Sokaklarda yaşıyordu. Varlığı içimi acıtıyordu. İki  çöp kutusunun arasında bir kartondan kulübesi vardı. Yanından geçerken kız arkadaşlarım korkar kaçardı. Kızları kenara sıkıştırdığının ve tecavüz etmeye çalıştığının hikayesini çok duyardım, doğru yalan bilmiyorum. Bazen mahallenin esnafı onunla dalga geçerdi. Kızdırırlardı. O da pipisini çıkartıp dükkanlarına işerdi. Sonra da öldüresiye döverlerdi onu. Dövdüklerinde karşı koymaz, ağlayarak kaçmaya çalışırdı. Belki her hafta bir kez başı gözü yaralı bir yerlerde görürdüm sessizce ağlarken.

Çok pis kokuyordu. Hiç görmek istemiyordum. Ama bizim mahallenin delisi, meczubuydu işte. Bazen konuşur gibi bir ses çıkartırdı. Bazen de sadece kocaman gözlerinin, bütün kirliliğine inat bembeyaz akını üzerime diker bana bakardı, anlamsız bir boşluk ile. Öyle bir boş bakıştı ki bu, beyninin donduğuna ve hiç bir şey düşünmediğine yemin edebilirdiniz.

Mahalleli akşamları kalan yemekleri verirdi ona. Birazını kendisi  yerdi. Ama ne yemek; üstüne akıtarak, sakallarına bulaştırarak yerdi. Sonra ısırdığı ekmeğin bir parçasını yanından ayrılmayan ve mahallelinin “Rambo” dediği köpeğe verirdi. Kahverengi, zayıf bir köpekti. Yaşlıydı. Etindeki kurt delikleri hala görünüyordu. Pireliydi elbette. Derisinin tüyleri yerler dökülmüştü, bir zamanlar güçlüydü belki ama şimdi öylesine zayıftı ki. Onu döverlerken, köpek uzaktan bir yerden havlar, hırsla sağa sola atlar ama kimseye saldırmazdı. Çünkü korkaktı. Kimseye saldıracak gücü yoktu. Belki kaç kere kemikleri kırılmıştı. Rambo’ya çocuklar saldırırdı bazen. Taş atar, kızdırırlardı. Rambo üzerlerine gelince de sakladıkları sopalarla döverlerdi. O zaman koşar, çirkin, öfkeli ama zavallı bir ses ile köpeğe sarılırdı. Sopalar onun sırtında kırılırdı.

Sonra ikisi ağlayarak yaşadıkları kutununu içine dönerlerdi. Rambonun yaralarını suyla temizlerdi. Rambo da inleyerek, ağlayarak onun koynuna girerdi. O köpeğe sarılmasını gördüğüm zaman içinde deli bir acı çağlardı.

Çok ama çok pis kokuyordu.

Babam çok pis kokuyordu. Kimse bilmiyordu. Ama ben biliyordum, babamın o meczup olduğunu. Mahallenin delisi. Niye başka bir yere gitmemiş yada biz niye gitmemişiz bilmiyorum. Başka kimsesi var mı bilmiyorum. Annem yok demişti. Babaannem nerede bilmiyorum. Amcam var mı ? Halalarım varsa arada gelip bu meczuba “Bu bizim abimiz, ne hallere düştü. “ diye bakıp bir yerlerden bir parça kıyafet almazlar mıydı ?

Bilmiyorum. Hiç birini bilmiyorum. Onu her düşündüğümde aklıma bir babadan çok pis kokan bir çöplük gelirdi.

Şehre kar yağardı ama çok yağardı. O karda, karanlığı içinde bir çift gözün titrediğini ve çok ama çok üşüdüğünü, kemiklerine kadar üşüdüğünü, üşümekten ağladığını görürdüm. Rambo ile birbirlerine sarılır, kartondan, naylondan, teneken yaptıkları o çadır baraka bozuntusunun dibine giderdi.

Annem anlatırdı, bir zamanlar birlikte Pazar sabahları kalkarmışız, mutlu bir kahvaltı yaparmışız. Babam beni çok severmiş. O zaman da sakalları varmış, ince uzun, kıvırcık sakalları. Yüzüne sürtermiş benim minik, tombul yanaklarımı ve öpermiş. Sakalları batarmış yüzüme. Annem kızarmış, beni ağlatıyor diye.

O sakalları ve saçı hala kıvırcıktı Mahalle berberi bayramdan önce tıraş ediyordu. Ama berberi kötü kokmasın diye sokağın bir köşesine sandalye koyup orada tıraş ediyordu. Bir iki kez öğürdüğünü gördüm, kokusundan.

O sakalların bana bebekken dokunduğunu düşündükçe çıldıracak gibi oluyordum.

Arkadaşlarım bilmiyordu meczubun babam olduğunu yada biliyorlardı da bana söylemiyorlardı. Hep düşünürdüm, babam porno oyuncusu, hırsız yada katil olsaydı. Ölü olsaydı. Büyük bir terörist yada cani olsaydı. Hepsinin üstesinden gelebilirdim. Ama bir meczup, deli, herkesin dövdüğü, eziyet ettiği bir sokak köpeğiydi benim babam. Bizi yoksulluğa, rezilliğe mahkum etmiş bir aklı vardı. Ve o akıl, o delilik, o çılgınlık bana da miras kalmış olabilirdi.

Babam çok pis kokuyordu ve ben de onun gibi olmaktan o kadar korkuyordum ki, bir gün kendimi öldürmeye karar vermiştim.

 

Anneme yüzlerce kez sordum. Bana hiçbir sebep söyleyemedi. Birkaç ayda delirmiş babam, bir mühendismiş. Çalışkan da bir adammış, evine bakan, her akşam aynı saatte evine gelen birisiymiş. Pek içki de içmezmiş.  Ben doğduktan iki yıl sonra delirmiş. Hastaneler, doktorlar, çeşit çeşit tedavi işe yaramamış. Her seferinde hastaneden kaçmış. Sonunda mahallede kalmış. Akrabaları dayanamamış ve kaçıp gitmiş. Annem bir terzide çalışmaya başlamış. Kiramız, terzi yamaklığı derken geçinirdik bir şekilde.

Tüm hayalim üniversiteyi kazanmak ve bu pis kokan mahalleden, bu deli hatıradan kurtulmak olmuştu. O kadar çok çalışıyordum ki, sınıf birincisi, okul birincisi , il birincisi oldum defalarca.

Ama lise çağlarım, ergenliğin en deli zamanları aklımda bitmeyen bir ölüm fikri ile geçti. O pis koku, yakınımda olmasa bile yanımdaydı ve o korkunç gelecek benim en büyük korkumdu. Evlenmemeye karar vermiştim.  Hiç kimseyi sevmemeye, çocuk yapmamaya. Annemle de çok konuşmazdık bu konuyu.  Kim kimin kaderine küssün? Meczubun oğlu olmak mı daha kötü, karısı olmak mı ?

Yüzlerce kez sordum anneme, neden delirdiğini babamın. Bir sebep bulamadı. Ailede de yokmuş. Delirmiş yavaş yavaş, hayaller görmüş. Kendini kaybetmiş bir gün.  Kötü bir şey olmamış, kimse ölmemiş mesela. Bu delilik için romantik bir sebep  bulamadım, sadece delirmiş olması vardı elimde.

Asla babam torunlarını sevmeyecekti. Yada düğünümde yanımda durmayacaktı. Bana kızlar ile ilgili bir tavsiyede bulunmayacak, sigara içerken ondan saklamayacaktım. Bir evlada babalık etmeyi ondan asla öğrenemeyecektim. Ergen deliliği ile ona isyan edip, sonra onun şefkatinin altına giremeyecektim.

Babam ölseydi daha kolaydı ama her geçişimde kocaman gözlerinin bana anlamsız bakışları, ölmediğini hatırlatıyordu.

Bir kez, herkes onu döverken uzaktan seyrettim. Acıma ile seyrettim, öfke ile seyrettim. Gidip kurtarmak istedim. Ama babam olduğunu bilmesinler istedim, utandım, kim utanmaz ki.

Babam çok pis kokuyordu. Yavaş yavaş unutuyordum onun babam olduğunu.  O pis kokuyu unutuyordum, sınavları geçtikçe. Artık o çılgın kaderi aşabilirdim. Onun olmadığı, bilinmediği bir mahalle bulabilirdim. En sonunda en büyük sınavın zamanı geldi.

Kazandım. En iyi üniversiteleri kazandım. En büyük şehre gidecektim. Annem de biliyordu bir daha gelmeyeceğimi. Öylesine hazırlanmıştım ki, kazanmama ihtimalim yoktu.

Kazandığımın haberi geldi. Bütün arkadaşlarım toplandı. Beni alıp yemeğe götürdüler. Okulun en çalışkan çocuğu, en başarılı genci bendim artık. Sınıfın en güzel kızı bile geldi yanıma tebrik etmeye. Bütün gece oturduk. Sabaha kadar kutladık ve eğlendik.

Artık onların hepsini geride bırakmıştım ve yeni bir hayat önümdeydi.  Gururla göğsüm kabarıyordu. Hiç alçak gönüllü değildim. Kazandığımı haykırıyordum. Deliliği yoksulluğu aştım, utancı aştım ve başardım diyordum.

Annemle birlikte alışveriş yaptık, yeni kıyafetler aldık. Havalı, gideceğim okula yaraşır kıyafetler.

Önümde ışık dolu, mucizevi bir kapı açılmış gibi geliyordu. Onun pis kokusunu da unutmuştum.

Ağustos gecesiydi. Eve dönüyordum. Artık yola çıkmama günler kalmıştı. Bir köşe başından önüme çıktı birden. Yine boş ama bomboş bakıyordu bana.

Yanından geçmeye çalıştım. Önüme geçti. Boş baktı biraz daha.

 

Garip; uğultulu, hırıltılı bir ses çıkarttı boğazından….”Delirmedin” dedi. “Sen delirmedin” elini uzattı. Kendimi çektim. O bir adım daha geldi. Elini omzuma koydu. “Oğlum, delirmedin” dedi. Ağlamaya başladı. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Gözlerinin içine baktım. Sevinç gördüm, o boş bakışın ardından çağlayan bir sevinç gördüm. Sonra hırsa benzer bir sesle “Git” dedi “Git git git git”

Arkasını döndü, yürüdü gitti. Rambo yanı sıra yürüyordu. Bir karanlık içinde kayboldu.

Hıçkırarak ağlamaya başladım. Arkasından gitmek istedim. Gidemedim.

Eve gittim. Ağlayarak eve gittim.

Babam çok pis kokuyordu.

Ama benimle gurur duyuyordu.

Babam benimle gurur duyuyordu.

Hiç kimseye anlatmadım bunu. Hazırladım ve yola çıktım. O şehre bir daha gitmedim, bana söylediği gibi. O kış öldü zaten. Belediye kimsesizler mezarlığına gömmüş. Annem aradı söyledi.

Delirmedim, aklım bana kaldı sanıyorum.

O pis kokuyu özledim bir süre sonra.

Benimle gurur duyan babamın kokusuydu çünkü.

MAVİ 2. SAYI / ŞUBAT 2018

Yazar Hakkında

Jan Berslen Devrim

Jan Berslen Devrim