Mavi » Yazarlar » İbrahim Yüksel »  Sindi'nin öyküsü

Sindi'nin öyküsü

Sindi'nin öyküsü

Eski Türk filmlerindeki efsanevi aşklar hep böyle başlardı… Çok zengin olan esas oğlan, son model otomobiliyle giderken, aniden yola fırlayan yoksul esas kıza çarpar, bu kaza ile birlikte ikili arasındaki aşk filizleri yeşerirken kader de ağlarını örerdi.

Bizimkisi de öyle oldu… Yok, yok telaşlanmayın! Bizim esas kız da yola fırladı ama şükürler olsun kaza olmadı. İyi ki de olmadı, yoksa bu öykü ne yaşanırdı, ne de yazılırdı…

2000 yılı ilkbahar aylarıydı. Datça’daki yazlıklarındaydılar ve o gün otomobille gezmeye çıkmışlardı. Reşadiye-Datça arasında seyrederken, yol kenarındaki evlerden birinin bahçesinin parmaklıkları arasından önlerine bir tüy yumağı fırladı. Keskin bir fren sesiyle birlikte arabayı durdurduğunda, neredeyse yüreğine inmişti. Çarpmadığını biliyordu ama emin olmak için aşağıya indiğinde, yürüyor mu, yuvarlanıyor mu pek belli olmayan o tüy yumağı koştu geldi, ayaklarının dibine yattı. Eğildi aldı, iki avucunun arasına ancak sığıyordu. Beyaz ile krem karışımı muhteşem bir köpek yavrusuydu. Arabadaki diğer aile fertleri de aşağıya inmişti. Hep beraber sevmeye başladılar. Tam o sırada acı fren sesini duymuş olsa gerek, yanlarına bir bayan geldi. Kucaklarındaki tüy yumağının, kendi köpeğinin yavrusu olduğunu, kardeşlerinin hepsinin yola fırladıkları için araçların altında kalarak öldüklerini, eğer sevdilerse adına Sindi koyduğu bu yavruyu kendilerine verebileceğini söyledi.

Ne zamandır bir can yoldaşı edinmeyi istiyordu ama bir türlü eşini ikna edemiyordu. Bu kez eşine fikrini bile sormadan, o güne kadar bahçede bakıldığı için tüylerinin arasında pirelerin cirit attığı bu pire torbasını kaptığı gibi arabanın bagajına attı. Eşi arkasından “Balkonda bakarsın. Asla eve almam!” diye bas bas bağırıyordu.

Eve geldiklerinde Sindi’yi pirelerinden kurtarmak ilk işi olmuştu. Eczaneye gidip durumu anlattı, bir toz verdiler. Akşamdan tozla ilaçlayıp balkona koydu, sabah da bir güzel yıkadı. Pireleri tamamen gittiği gibi tüyleri de tertemiz ve ipek gibi yumuşacık olmuştu. Birkaç gün balkonda kaldı. Bu arada sabırla tuvalet eğitimi verdi. Tuvalet eğitimi sırasında sert çıktığı zamanlarda ise Sindi’nin koruyucu meleği eşi oluyordu.

Sindi tuvalet eğitimini alınca artık eve girmeye hazırdı. Planı tıkır tıkır işliyordu.

Eşinin merhamet duygularını istismar ederek, hayvanın balkonda sıcaktan yandığını, en azından gündüzleri içeriye almanın doğru olacağını söyleyip küçük bir duygu sömürüsü ile Sindi’yi içeriye bir attı, atış o atış… Birkaç gün gündüzleri içeriye aldıktan sonra, kendisini öylesine sevdirdi ki, geceleri de içeriye almayı teklif etmesine gerek bile kalmadı. Artık evin her yanı Sindi’nindi, ailenin bir ferdi olmuştu. Ailenin reisi babası, evin hanımı annesi, kızı da ablasıydı. O da evin küçük kızı…

Konuşma yeteneği olmasa bile hareketleri ve bakışlarıyla her derdini anlatıyor, onların da bütün isteklerini yerine getiriyordu. Muhteşem hisleriyle sevinç, hüzün gibi yoğun duygular yaşadıkları, hasta oldukları dönemleri seziyor ve davranışlarını ona göre ayarlıyordu. Yaptığı şaklabanlıklarla hepsini neşeye boğuyor, gezmeye çıktıklarında kedileri kovalıyor, hatta kendisinden çok büyük hemcinslerine bile posta koyuyordu. Sadakati ve karşılıksız sevgisi ile Sindi evin stres topuydu.

Koca yaz, Sindi ile nasıl geçti bilemediler. Eve dönüş hazırlıkları başladığında, ikinci bir Sindi gerilimi daha yaşandı. Eşi apartmanda Sindi’ye bakamayacaklarını, nasıl tepki vereceklerini bilemediği komşularından olmak istemediğini söylüyordu. Haklı olduğu yönler de vardı ama söz konusu bir candı. Oyuncak değildi ki çöpe atılsın ya da yazlıkçıların genelde yaptıkları gibi sokağa salıverilsin. Onun da duyguları vardı, hem de duyguların en hası, en safı, en karşılıksızı… Neyse ki imdada komşuları yetişti, gelecek yıl Datça’ya gelene kadar Sindi’ye bakabileceğini söyledi.

Sindi’den ayrılmaları çok dramatik oldu. Vedalaşma sırasında öpüp koklarken gözlerinden süzülen yaşlarla tüyleri sırılsıklam olmuştu. Ama en çok gözyaşı döken de eşiydi.

Eve geldiklerinde kelimenin tam anlamıyla “Oyuncağı elinden alınmış çocuklar gibi” olmuşlardı. Bir hüzün, bir kasvet ki sormayın. Sanki evden cenaze çıkmış gibi. Nerede bir köpek görseler gözleri doluyor; yemek saati geldiğinde eşiyle birbirlerine “Acaba yemeğini verdiler mi ki?” diye sorarken gözyaşları sel olup akıyordu. Hepsinin rüyalarına giriyor, yalvaran gözlerle kendisini almalarını bekliyordu.

Bu ayrılığa ancak bir hafta dayanabildiler. Yine Sindi için gözyaşı döktükleri bir gün “Ne olursa olsun, ben gidip Sindi’yi getireceğim” diye patladı. Eşinin de sanki ondan böyle bir teklif bekliyormuşçasına gözleri parlayınca, ertesi sabah kendilerini Datça yollarında buldular. Yaklaşık bin kilometrelik bir yolu sadece ve sadece Sindi’yi eve getirmek için teptiler. Kavuşma anı da ayrılık anı gibi çok duygusal olmuştu. “Sözün bitiği yer” dedikleri, Sindi’nin “Ağlamayın artık, kavuştuk” dercesine gözyaşlarını yalayarak silmeye çalıştığı o an olmalıydı.

Sindi geldiğinde evin neşesi yerine geldi, tepki göstereceklerini sandıkları komşuları bile bu sevimli ve uysal yaratığı öylesine benimsediler ki, yemek getirenler dahi oldu.

Hayatlarının merkezine gelip oturmuştu Sindi. Bütün yaşamlarını ona göre planlanıyorlardı. Ama hiçbiri de bundan şikâyetçi değildi. Şımarıklıkları, yaramazlıkları hatta kaprisleri bile bir eğlence olarak algılanıyordu evde. Her sabah saat 7.00’de kalkıp Sindi’yi gezmeye götürmek ilk göreviydi babasının. Sıkıyorsa kalkmasın… 5-10 dakika geç kalktığında gelir tepesine çıkar, patileriyle üzerindeki örtüyü açıp, sanki “Bu kadar tembellik yeter. Kalk görevini yap.” derdi adeta. Yaz, kış fark etmezdi. 40 santim kar, sıfırın altında 15 derece soğuk, yağmur bile engel olamazdı. Gezerken tuvalet ihtiyacını giderir, kendisine sevgiyle bakanların ayaklarına dolanır, nefretle bakanlara ise hırlar, havlardı. Gezmenin bir de akşam faslı vardı. Gezmeden geldiğinde ayakları silinmeden öldür-kes içeriye girmezdi. Bıraksanız saatlerce kapıda ayaklarının silinmesini beklerdi. Bir keresinde eve misafir gelen bir akrabaları, onun bu halini görünce şöyle demişti:

-Yahu bu Sindi benim oğlanlardan daha akıllı. Kazık kadar adam oldular, yıllardır ayakkabıları ile eve girmemelerini söylüyorum, hâlâ giriyorlar, hâlâ giriyorlar.

Kendilerden önce onun karnını doyurdular. İl dışı seyahatlerinde, hep onu kabul eden yerlere gittiler. Kabul etmeyen yerlere ise biri onunla birlikte evde kalırken diğerleri gittiler.

Hisleri muhteşem denebilecek kadar güçlüydü. Bir defasında mide kanaması geçirip hastaneye yatan babasının geri dönüşünü 5 gün boyunca ağlaya ağlaya pencereden dışarıya bakarak beklerken evdekileri gözyaşlarına boğmuştu. Bu olayı duyduğunda babası şu dizeleri yazmıştı:

“SİNDİ’YE

Çıktın yolum üstüne, koşarak geldin kendin;

Girdin de hayatıma, hem akıllı, hem şendin.

İnsan olmasan bile, bunca yâran içinde;

Yüzden sevenim çoktu, candan sevenim sendin.”

Sevgi ve sadakat konusunda ondan alınması gereken çok dersler vardı.

Hayvanlar âleminde, ortalama 12 yıl ömür biçilmişti onlara. İyi bakılırsa 15-16 yıl yaşayabiliyorlardı. Uzmanlara göre, onların 1 yaşı, insanların 7 yaşına bedeldi. Yani 10 yaşındaki bir can dostunuz, 70 yaşına gelmiş bir insan gibiydi.

Haftada bir kez yıkandı, aşıları, kontrolleri aksatılmadan yapıldı, 2 kez ameliyat geçirdi. Nasıl geçtiğini bilemedikleri 15 yıl mutlu mesut yaşadılar birlikte. İyi bakmış olmalılar ki, 15 yaşına, insan ömrüne vuracak olursak 105 yaşına gelmişti. Bir yıl kadar önce o kıpır kıpır olan Sindi’nin hareketleri yavaşladı, oynamaya bayıldığı oyuncağına bakmaz, koltuklara, kanepelere çıkamaz olmuştu. Birkaç ay önceki muayeneleri sırasında veterineri her şeye hazırlıklı olmalarını söylemişti. Biliyorlardı bilmesine de konduramıyorlardı, yaşamlarının 15 yıllık bir bölümünü birlikte paylaştıkları can yoldaşlarına.

Kendilerini hazırladıklarını sandıkları bir anda, yaşlılığa bağlı, karaciğer, kalp, akciğer sorunları nedeniyle, 2 gün içerisinde ellerinin arasından uçtu gitti Sindi. Can dostlarının ömürlerinden ömür,  canlarından can kopararak… Bir ilkbahar günü, evlerinde sevgi çiçekleri gibi açmıştı; rüzgârlı, yağmurlu, serin bir sonbahar günü, kurumuş bir yaprak gibi toprağa düştü.

Yaşamı boyunca, can yoldaşlarına sevgisi, sadakati, şaklabanlıkları ve kaprisleriyle çok büyük mutluluklar yaşatmıştı. Onlar da onun insan ömrüne göre çok kısa süren yaşamını sağlıklı ve mutlu bir şekilde geçirmesi için hiçbir özveriden kaçınmamışlardı. Dolayısıyla onu son yolculuğuna uğurlamak da inanılmaz derecede can acıtıcı olmuştu.  Sindi can borcunu ödeyip gitmişti, can dostlarını dayanılması çok zor acılar içerisinde bırakarak... Öyle bir acıydı ki bu, eskilerin “Tarifi gayri kabil” dedikleri, cümlelerle anlatılması mümkün olmayan bir acı.

İlk ayrılıklarında onlar Sindi’yi bırakıp gitmiş, sonra geri dönüp almışlardı. İkinci ayrılıklarında bu kez Sindi onları bırakıp gitmişti ama, ne kendisinin geri dönebileceği, ne de onu canlarından çok seven can yoldaşlarının sürüne sürüne de olsa gidip alabilecekleri bir yerdi onun gittiği yer…

Film gibi başlayan bu can yoldaşlığı öyküsü, hayatın acı gerçeği ile son bulmuştu.

Yazar Hakkında

İbrahim Yüksel

İbrahim Yüksel